“BAYRAMIMIZ bayram olsun” için oruçlarımıza özen gösterdik. Gecelerimizi ibadetlerle süsledik. Bayram sabahı, namaz öncesi verdik fıtır sadakalarımızı. Üftade Hazretleri’nin “Kur’an oku, eyle salat/ İfa edilsin hem zekat/ Hayretmenin zamanıdır/ Geldi yine şehr-i siyam” diye özetleyiverdiği, insanların hayır yapma temayülünün arttığı, sadaka ve zekatların yoğunlaştığı bir aydır Ramazan. Çünkü rahmetin her boyutta tecelli ettiği bir ay olarak tavsif edilmiştir Peygamber Efendimiz tarafından. Bu tecellilerin sadece bir yüzüydü, insanların mallarını tezkiye etmek için ihtiyaç sahiplerine yardım ellerini uzatmaları.
Ama “Deniz Feneri e.V.” adlı yardım derneğinin yolsuzlukla suçlandığı vaka üzerinden ortaya çıkan tartışma, hem maneviyatımızı hem safiyetimizi tarumar etti. Müminlerin ahlaki sorumluluğunun kaynağı, Allah’ın rahmetine mazhar olmak için merhamet etmektir. Bu nedenle gördükleri yaraya merhem olmak üzere yaptıkları zerre kadar iyiliğin boşa gitmeyeceği inancıyla mutmaindirler. Fakat yara ve merhem arasındaki ilişkinin tabiatını da gözardı etmezler. Bu sebeple yoksulluk ve hayırseverlik etrafındaki tartışmalar, bu münferit olayın ötesinde bir öneme sahip.
“Yoksulluk hayırseverlikle çözülebilir mi?” sorusuyla başlayan bir vasatta, yeni yoksulluk ve bu sorunun çözümünde liberal/sosyal devlet, kapitalist ekonomik sistem, sivil toplum ve bireysel hayırseverliğin olumlu/olumsuz etkilerini/rolünü tartışmamız gerektiğini düşündürttü bu son vahim gelişmeler. Tahlil ve tasvire dâhil etmemiz gereken bir yeni boyut da hayırseverliğin örgütlü bir yapıya kavuşmasının dezavantajları ve yoksulluğun “hayırseverlik panayırları” şeklinde tavsif edilebilecek bir gösteriye malzeme olmasıydı.
Sosyal refah devletinden yana olanlar, devletin bütün vatandaşlarına asgari yaşam şartlarını sunması gerektiği fikrinden hareket ediyorlar. Böyle olunca da ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri, işsizlik sigortası, sendikal haklar gibi yöntemlerle yoksulların da insan onuruna yakışır bir yaşam seviyesine getirilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorlar. Devlet sadaka dağıtacağına iş imkanı sağlar ve daha adil bir bölüşüm için düzenlemeler yaparsa, bireylerin ve kurumların sadakalarına muhtaç olmadan yoksulluk meselesi çözülür bu görüştekilere göre. Bireylerin sadaka vermesi de sınıfsal bir eşitsizliği vurguladığından böyle merhamet gösterileri yerine sistemin değiştirilmesini savunuyorlar. Bireysel sorumlulukların ifasını böylece sisteme havale ediyor sosyal devlet vurgusunu yapanlar.
Liberal devletten yana olanlarsa söz konusu hizmetlerin devlet için, daha doğrusu vergi mükellefleri için bir yük ve iktisadi açıdan da verimliliğe engel olduğu fikrini savunuyorlar. Onlara göre piyasa her şeyi düzenlediği gibi, bu sorun için de en optimum düzenlemeyi yapacaktır. Eğer insanlar hâlâ yoksulsalar, bu onların fırsatları değerlendirememesi ile alakalı bir mevzudur ve bunun toplumun diğer üyelerinin üzerine bir kambur gibi yüklenmesi “adil” değildir. Böyle der liberal piyasa yanlıları. Altta yatan mesaj şudur aslında: Yoksullar kendi yazgılarının sorumluluğunu taşırlar. Halbuki açıkça bilinen bir husus ki, piyasa eşitsizlik yaratan bir ortamdır. Yani işi iktisadın “görünmeyen el”ine bırakırsak eşitsizlik kaçınılmaz olacak ve yoksulluk daha da derinleşerek artacaktır.
Yani ikili bir kaşıtlık var önümüzde. Bir tarafta piyasanın eşitsizlik yaratan ortamı, diğer tarafta ise devletin sosyal dayanışmacı boyutu. Bu durumu günümüz ileri kapitalist toplumu açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: I-Ekonominin yeni aldığı şekil, işsizlik ve yoksulluğu artırıyor ve hızla arttırmaya devam edecek; II-Devletin vergi gelirlerinin bu artış hızına yetişmesi imkansız.
İlk olarak tablodaki birinci tespite göz atalım. Kapitalist ekonomi neden işsizliği arttırıyor? Çünkü teknolojik gelişme istihdamın giderek azalmasıyla birlikte verimliliğin arttığı bir noktaya ulaştı. Fabrikada çalışanlar topluluğu gittikçe azalıyor. İşten çıkarma modernleşmenin yeni ilkesi haline geldi. Şirketlerin gelişmesi ve büyümesiyle istihdamın azalması paralel seyrediyor. İşsizlik oranlarının düşmesi sağlam bir ekonomi anlamına gelmiyor artık. Yani iktisadi büyümeyle istihdamın artması karşıt amaçlar. Bu da işsizlerin sayısındaki artış demek.
Tabii ki burada söz konusu olan işsiz/yoksul, bir ülkenin vatandaşı olan ve o ülkenin sosyal güvence imkanlarından yararlanması imkan dâhilinde olan bir birey. Halbuki 21. yüzyıl savaşlar, afetler, iç çatışmalar, kıtlık nedeniyle kitlesel göçlerin artış gösterdiği bir yüzyıl. Bu ne demektir? Kitleler halinde seyelan eden yeni bir yoksul sınıfının doğması ve bu yeni yoksulların sığındıkları ülkelerin vergi mükellefleri için bir yük olması demektir. Bu nedenle bugün Avrupa ülkeleri sosyal devlet yükünden nasıl kurtulacaklarını tartışıyorlar. İşte bu da ikinci tespite dair bir örnek.
Bu konudaki en bariz örneği aslında Amerika temsil ediyor. Bilindiği gibi Amerika milyonlarca evsizi, işsizi, yoksul göçmeni ile çoktandır sosyal devlet olmaktan vazgeçmiş durumda. Bu nedenle Amerikan halkının büyük bir çoğunluğunun insanların yoksulluğu hakettiği ve bunun onların kendi problemleri olduğu fikrinde olması şaşırtıcı değil. İngiltere sağlık sektöründe, diğer Avrupa ülkeleri ise işsizlik sigortası ödemelerinde devlet yükünü azaltacak yeni düzenlemeler yapmaya çalışıyor. Yani yoksullar ve işsizlerle ilgili sorumluluğunu ve yükünü mümkün olduğunca azaltmak istiyor devletler.
İşte bu şartlar altında yoksullukla ilgili yapılabilecekler konuşulurken piyasanın eşitsizlik yaratan ortamı ile devletin sosyal dayanışmacı boyutu arasındaki ikili karşıtlığın verili tartışma zeminini oluşturmasına bazı karşı çıkışlar duyulmaya başlandı. Özellikle sivil toplumun yükselen trendinin de beslediği bu yaklaşıma göre, akrabalık dayanışmasına ve hayırseverliğe de sosyal politika teorisinde yer vermek gerekiyor. Yani yeni yoksulluk, devletin de piyasanın da eline bırakılamayacak kadar vahim bir sorun insanlık için.
Hem bir ülkenin kendi içindeki hem de küresel sistemdeki adaletsizlikleri sorgulamaksızın ve ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerde bulunmaksızın yoksullara yardım adı altında faaliyetlerde bulunmak, pek samimi gelmiyor tabii ki. Şöhretlerin konserler düzenlemesi, küresel sermayenin sömürerek açlığa mahkum ettiği ülkelere gıda yardımı yapması, bazı kurumların insanların acılarını sergileyerek yardım toplamayı bir “şov-bizınıs” haline getirmesi elbette izan sahiplerini endişeye gark ediyor. Bu açıdan bakıldığında hayırseverlik, yoksulluğu ortaya çıkaran sistemi meşrulaştıran bir araca dönüşme riskini taşıyor.
Diğer taraftan devletin küçülme temayülü ve küresel kapitalizmin vahşi atmosferi, bireysel ve kurumsal hayırseverliğin devreye girmesini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk aynı zamanda insanların, sorumluluklarını sisteme ya da bizzat yoksulların kendi kaderine yükleyerek kurtulmalarının da ahlaki olarak doğru olmayışından kaynaklanıyor.
Sözün kısası, yoksulluk ve hayırseverlik elbette kadim meseleler. Ama her ikisinin de aldığı yeni şekil, teorik olarak da pratik olarak da üzerinde düşünülmeyi gerektiriyor.
Paylaş
Tavsiye Et