“AZİZ mümin kardeşlerim burada derin bir üzüntüyle size anlatacaklarımı mutlaka duymuş olmasınız: Hıristiyan kardeşlerimiz Kudüs’te, Antakya’da ve Doğu’nun diğer şehirlerinde büyük bir zulümle karşı karşıyadırlar. Kendi kan kardeşleriniz, yoldaşlarınız ve arkadaşlarınız kendi evlerinde esaret altında yaşıyorlar ya da yurtlarından kovulmuş durumdalar... Hıristiyan kanı akıtılıyor ve Hıristiyan bedeni tıpkı İsa’nın bedeni gibi kelimelerin ötesinde hakarete uğratılıyor. Bütün bu şehirlerden hıçkırıklar ve iniltiler yükseliyor. En kutsal ibadet yerleri olan kiliseler şimdi bu insanların hayvanlarının ahırları haline dönüştürülmüş durumda!
Ey kutsal Kudüs, kardeşlerim, en iyisi biz konuşmayalım, çünkü konuşacak cesaretimiz yok, konuşmaktan utanıyoruz. Hepinizin bildiği gibi İsa’nın kendisi hepimiz için, günahlarımız için bu şehirde acı çekti. Ancak şimdi bu kutsal şehir putperestler tarafından kirletildi... İsa Mesih’in önderliğinde Kudüs için mücadele edin, Hıristiyan saflarında savaşın, zira onlar mağlup edilemez saflardır. Savaşın ve Türkleri bu kutsal topraklardan çıkarın. İsa’nın bizim için hayatını verdiği o şehirde ölmek ne kadar güzeldir. Bu dava uğrunda oraya varmadan ölmek de aynı şekilde güzeldir, zira siz ahir zamanda İsa’nın ordusuna katılacaksınız.”
Papa II. Urban bu konuşmayı 1095 yılında Fransa’da yapmıştı. Kudüs 638 yılından itibaren Müslümanların kontrolü altındaydı ve İslam orduları Doğu Hıristiyanlığı’nın önemli şehirlerini fethetmişti. Papa’nın konuşması sık sık Deus le volt (Tanrı böyle istiyor!) sloganlarıyla kesiliyordu. Konuşmanın provoke ettiği Haçlı orduları, Kudüs’ü 1099’da işgal ettiler ve burada yaşayan Müslümanları ve Yahudileri katlettiler. Bu işgal neticesinde kurulan Frenk yönetimi 1187’de, kuruluşundan 88 yıl sonra, büyük İslam komutanı Selahaddin Eyyubi tarafından yeniden İslam topraklarına katıldı. Haçlıların aksine Selahaddin buradaki Hıristiyanları şehirde yaşamaya devam etme ya da şehri terk etme konusunda serbest bıraktı. Hıristiyan âlemi bu tarihten I. Dünya Savaşı’na kadar olan süre içinde bugün Ortadoğu olarak tabir edilen topraklarda hüküm süremedi.
Ancak Hıristiyan Avrupa’nın Kudüs’ü yeniden işgal amacıyla gönderdiği Richard’dan 725 yıl sonra ikinci bir İngiliz şövalye, T. E. Lawrence, Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtma misyonuyla bölgeye gönderildi. Nam-ı diğer Arabistanlı Lawrence bu misyonunda başarılı da oldu. Ancak onun Şerif Hüseyin’e vaat ettiği toprakların bir kısmı (Suriye) Sykes-Picot Anlaşması’yla Fransızlara, diğer kısmı (Filistin) Balfour Deklarasyonu’yla Siyonist Yahudi cemaatine vaat edilmişti. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Filistin bir İngiliz mandası haline getirildi. II. Dünya Savaşı sonunda ise Filistin mandasından, İsrail, Filistin ve Ürdün devletleri üretildi. İngiliz mandası döneminde Filistin’e Yahudi göçü teşvik edilmişse de Müslüman Arap nüfus çoğunluğunu devam ettirdi. Ancak II. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında Yahudilerin Naziler tarafından uğratıldığı soykırım sonrasında Avrupa’dan Filistin’e Yahudi göçü daha da hızlandı. İsrail’in kurulmasından sonra ise girişilen sistemli terör hadiseleri, Filistin halkını topraklarından göç etmek zorunda bıraktı.
İsrail’in kurulması ve müteakip işgallerle sınırlarını genişletmesi, Filistin üzerindeki Batı-İslam medeniyet mücadelesinin ve Batı-Yahudilik tarihinin yeni bir merhalesini teşkil ediyor. Öyle ki Hz. Ömer Filistin’i fethettiğinde, 500 yıl boyunca Roma ve Bizans imparatorlukları tarafından Yahudilere karşı uygulanan ziyaret yasağını kaldırmıştı. Haçlılar Filistin’e girdiklerinde Müslümanlarla birlikte Yahudileri de katlettiler. Endülüs’ün düşmesinden sonra Müslümanlarla birlikte Yahudiler de Müslüman topraklarına göç ettiler. Hatta Nazi soykırımlarını bütün Avrupa halkı çok geniş biçimde desteklerken, Nazilerin Fransız kontrolündeki Kuzey Afrika’da uyguladığı soykırımlar sırasında Müslüman halk Yahudileri korumuştu. Yine bugün İsrail’in en önemli dostu olan ABD, II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi zulmünden kaçan Yahudileri taşıyan bir gemiyi (S.S. St. Louis), yiyecek ikmali bile yapamadan Avrupa’ya geri dönüşe zorlamış, yolcuların büyük çoğunluğu yolculuk sırasında ya da varışlarında Nazilerin elinde hayatlarını kaybetmişti. Nazilerin ABD’deki dostları arasında Henri Ford gibi Amerikan sanayi ve siyaset dünyasının önemli simaları bulunuyordu. Kısacası Batı Hıristiyan âlemi içinde çok güçlü bir anti-semitizm damarı taşıdı. O halde bu yeni dostluğu ne ile izah edebiliriz?
Hıristiyan âleminde ahir zamanda Yahudilerin İsa’nın ordusuna katılacakları ve İsa’nın yeniden zuhur etmek için Yahudilerin göç etmesini beklediği inancına dayalı Evanjelizm’in, bu kırılmanın Hıristiyanlık açısından meşrulaştırılmasında çok önemli bir işlev gördüğü söylenebilir. Böylece Yahudilik Hıristiyanlarca Filistin’e sahip olma mücadelesinde bir rakip olmaktan çıkarak bir müttefik haline getirildi. Siyonizm bir Yahudi inancı olmaktan çıkarak, bir Hıristiyan doktrini haline dönüştürüldü. Batı dünyası Holokost’un da gölgesi altında bundan sonra kendisine Hıristiyan-Yahudi (Judeo-Christian) medeniyeti adını verecekti.
İsrail’in kuruluşuna dair genel kabul gören tarihî yorum, İngilizlerin Yahudi terör örgütlerinin baskısı altında kalarak İsrail’in nüfusuyla orantısız toprak sahibi olmasına göz yumduğu şeklinde olsa bile, İngilizlerin daha çok dinî hislerle ve planlı bir şekilde hareket ettikleri ortada. Evanjelizm İsrail’in kurulduğu tarihlerde İngiltere’de çok güçlü bir dinî akımdı. İngiltere ve Dünya Siyonist Teşkilatı arasında 1917’de imzalanan Balfour Deklarasyonu’nu kaleme alan Lord Arthur Balfour ile I. Dünya Savaşı sonrasındaki İngiliz dış politikasının kaderini belirleyen isim olan Başbakan David Lloyd George, Evanjelik inançlar nedeniyle Siyonist hedeflere yakındılar. Bu nedenle İsrail’in kuruluşunda ve sonrasında gördüğü desteği, Batı’daki Yahudi çevrelerin siyasi ve ekonomik gücü, sadece kısmen açıklayabilir. Bugün Amerika’da İsrail lobisinin temel dayanağı, Yahudi nüfusundan ya da nüfuzundan ziyade oy gücü nedeniyle Evanjelik Hıristiyan Siyonistlerdir.
Medeniyet her şeyden önce algılamalar ve hissedişle alakalı bir olgu. Bugün Gazze’de yaşananlara Batı’nın büyük oranda tepki göstermeyişi her şeyden önce algılamalardaki farklılıkla açıklanabilir. İslam dünyasında cehd, gaza ya da mücahid, gazi gibi kelimelerin olumlu çağrışımlar uyandırması gibi, Batı dünyasında da Haçlı (crusader) kelimesi, “kötü bir şeyle mücadele etme” gibi olumlu bir karşılığa sahip. Örneğin George W. Bush terörizme karşı “Haçlı Seferi” başlattığını söylemiş, sonradan yanlış anlaşılmış olabileceğini düşünerek Müslümanlardan özür dilemişti. Bush belki de tarihî bir vakıa olarak Haçlılara atıfta bulunmuyordu; ancak “Haçlı” kelimesinin şerefli bir mücadele anlamında kullanılabildiği bir medeniyetten geliyordu. Bir medeniyeti meydana getiren de zaten binaların şeklinden ziyade tarihe ve sembollere yüklenen anlamlardır. Bu anlamda medeniyet bir ortak tarih bilincidir. Selahaddin’in bütün İslam dünyasının kahramanı olması gibi, İngiliz Arslan Yürekli Richard da Avrupalılar tarafından kahraman muamelesi görür. 638 ve 1187, tıpkı 1453 gibi, Müslüman tarih algılayışı açısından sevinç uyandırıcı fetih tarihleriyken; 1099 ve 1948, tıpkı 1492 gibi, birer facia ve işgal tarihleridir. Batı dünyasının kendi algılayışı açısından ise tam tersi bir durum söz konusudur.
Gazze’de çoğu çocuk ve kadın 1.300 insanın katledilmesi karşısında -vicdan sahibi Yahudi ve Hıristiyanlar dışında- Batı dünyası sessiz kalarak, Filistin söz konusu olduğunda medeniyet damarının insani hassasiyetinden daha güçlü olduğunu gösterdi. Bu tavrıyla Batı dünyası, Filistin’i kadim bir medeniyet savaşının asli cephesi ve İsrail’i son şövalyesi olarak görmeye devam ettiği kuşkularını güçlendirdi.
Paylaş
Tavsiye Et