ORTADOĞU ülkelerine giden birçok kimseden duyduğumuz bir şikayettir: Bu ülkelerdeki insanlara güvenilmez, onlar sizi sürekli aldatmaya çalışır, çok dikkatli olmak lazım vs. Şovenist duygularını dizginleyemeyip kendini koyverenler ise daha da ileri gider ve “Bu Arapların hepsi düzenbaz, aşağılık, üçkağıtçı” gibi “inciler” döktürürler. Bu duygular “Bizi arkadan hançerlemiş olan, üstelik yemeği elleriyle yiyen pis Araplar” şeklindeki algıyla da birleşince yap-boz tamamlanmış olur.
Aslında bu olumsuz önyargılar yalnızca “Araplar” için beslenmez; benzer şikayetler eski Sovyet Bloğu ülkeleri ve genel olarak “Doğu” halkları söz konusu olduğunda da sıkça dillendirilir.
Elbette burada yanlış olan, münferit birkaç olayı zikrettikten sonra buradan bütün bir toplum -hatta bir ırkın tamamı- hakkında genellemelere gitmektir. Fakat anlatılan bu vakaların varlığı da bir gerçek. Diğer taraftan, Batı ülkelerini gezenler de Batılıların “ahlaki çöküntü”lerine örnek olmak üzere çeşitli gözlemlerini aktarırlar sık sık; fakat anlattıkları olaylar arasında “düzenbaz, aşağılık, üçkağıtçı” nitelemesini gerektirecek şeyler pek yoktur. Peki, bir tür “iki yüzlülük,” “çifte ahlaklılık” iması taşıyan gözlemler neden Batı toplumlarından ziyade Doğu ülkeleri için yapılır? Bu bir tesadüften mi ibarettir, yoksa arka planında daha yapısal bir mesele mi vardır?
Zulüm ve Yoksulluk Ahlakı Bozar
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, bu olgunun Doğu toplumlarındaki yapısal problemlerden kaynaklandığı görülür. Bu “çifte ahlak” sorununa yol açan en temel sebeplerin başında baskı/zulüm gelir. Bunun başlıca iki türü mevcuttur: “toplumsal baskı” ve “devlet baskısı”. Devlet seçkinlerinin halkın değerlerine mesafeli olduğu toplumlarda yoğun olarak yaşanan devlet baskısı sıradan insanları “ikiyüzlü” olmaya zorlar.
Yukarıda bahsettiğimiz “düzenbaz, aşağılık, üçkağıtçı” söyleminin özellikle Mısır ve Suriye gibi diktatörlükle yönetilen ülkelerin halklarını hedef alması bir tesadüf değil. Bu ülkelerdeki rejimler ancak halkı baskı altında tutarak payidar olabilmekte; buna karşın “halk” da, devletle olan (dikey) ilişkileri ile bireyler arası yatay ilişkilerde iki farklı ahlak türü geliştirmektedir. Yani “çifte ahlaklılık” sıradan insanlar için bir “hayatta kalma stratejisi”dir.
İnsanları olduklarından farklı görünmeye zorlayan ikinci temel etken ise iktisadi eşitsizliğin ileri boyutlara varması, yani fakirliktir. Bir toplumda gelir dağılımı ne kadar bozuksa toplumsal ilişkilerde yalan ve ikiyüzlülük de o kadar yaygındır. Bu da bir tür “hayatta kalma stratejisini” ifade eder. Zira ekonomik açıdan sürekli ezilen toplum kesimleri, zaten kendileri için yeterince açık olmayan para kazanma kanallarını zorlayarak geçimlerini sağlayabilmek adına yalana ve “düzenbazlığa” sapacaktır. Hele de zenginler arasında rüşvet, hırsızlık ve kayırmacılığın yaygın olduğunu gördüklerinde sıradan insanlar da gayri ahlaki yollardan para kazanmayı meşru olarak algılamaya başlayacaklardır.
“Bizde Öyle Şey Olmaz!”
Anlaşılan başka ülkelerin insanlarını “düzenbaz, aşağılık, üçkağıtçı” olarak nitelemek çoğumuzun hoşuna gidiyor. Peki, bizim ülkemizde durum ne? “Biz Türkler” çok mu dürüst ve ahlaklıyız? Kuşkusuz bu soruya gönül rahatlığıyla evet demek kolay değil. “Çifte ahlaklılık” sorunu bizde de çok yaygın.
Mesela evimizde ağırladığımız misafirlerimize ikramda kusur etmeyiz; ama komşularımızla sık sık kavga eder, trafikte bolca küfür ve hakaret dinleriz. Vatan-millet-Sakarya edebiyatı yapmayı severiz; ama askerden kaçmak için türlü yollar ararız. Milliyetçiliği kimseye bırakmayız; ama vergi kaçırmaktan da gocunmayız. “Temiz toplum” söylemlerinden çok hoşlanır; ama yöneticilerin rüşvet almasını normal karşılarız, “hizmet yapsın da ne kadar yerse yesin” deriz…
Peki, bu problemin sebebini nerede aramalıyız? Kuşkusuz göç, çarpık kentleşme, genel ahlaki yozlaşma gibi sebeplerin yanı sıra en temel iki faktör yine aynı: baskı ve eşitsizlik. Türkiye’deki tepeden inmeci devlet düzeni yaygın bir baskı sistemini ihtiva eder. Herhangi bir devlet dairesine gittiğimizde içimizi kaplayan tedirginlik bundandır: Muhtemelen işimizin hallolmayacağını yahut çok uzatılacağını, ama esasen bize hizmet etmekle görevli olan memurlardan “fırça” yememizin işten bile olmadığını hepimiz biliriz. Devletle bir problem yaşayıp mahkemeye “düşmek” en büyük kabuslarımızdandır. Zira biliriz ki Türkiye’de hukuk vatandaşların haklarını değil, devleti korumak için vardır. Askerden kaçmaya çalışırız; çünkü tanıdıklarımızın hiçbiri askerden mutlu hatıralarla dönmemiştir. Vergi kaçırmayı normal karşılarız; çünkü vergi oranları inanılmaz yüksektir. Bütün bunların üstüne biliriz ki “yüksek mahfiller”de tanıdıkları olanların işleri hemen görülür, onlar (ve yakınları) devlet kurumlarında kayırılır, rahat askerlik yapar ve önemli bir kısmının da vergi kaçırdığı düşünülür. Hal böyle olunca, bir yandan iyi birer insan olmaya çalışırken, diğer taraftan gayri ahlaki işler yapmak giderek meşru hale gelir.
Takiyeye Zorlamak
Türkiye’de devlet baskısının bir de tarihsel arka planı vardır. Mevcut rejimin kuruluş aşamasında elitler kendi kafalarındaki modernleşme planlarına engel olacağını düşündüklerinden her fırsatta kitleleri ezmeyi normal, hatta gerekli görmüşlerdir. Zira halk cahildir, yeterince olgunlaşıncaya kadar kendi kendini idare etmesine izin verilemez; öyleyse onların iyiliği için (de) inanmadıkları şeyleri yapmaya zorlanmalıdırlar. Bu baskıcı düzen özellikle dindarları hedef almıştır (hâlâ da alıyor). Medreseleri kapatılan, tarikatları yasaklanan, dinî özgürlükleri ellerinden alınan, üstüne üstlük uygulanan yanlış ekonomi politikalarıyla on yıllardır fakir bırakılan insanlar, bu devlet baskısı karşısında adeta “takiye” yapmaya zorlanmışlardır. Yine de en başından beri dindar kitleler “devlet”e düşman olmamış, kurumlardan ziyade kişileri suçlamayı tercih etmişlerdir.
Üstelik Türkiye’de yaşanan zorbalığın kaynağı devletle de sınırlı değildir; bir tür “cemaat baskısı” da sürekli işleyiş halinde ve oldukça yaygındır. “Beyaz Türkler” olarak laik azınlık da bir yandan dindarlara, bir yandan da Kürtlere gündelik hayatlarında uyguladıkları baskılarla imtiyazlı konumlarını korumaya çalışıyorlar.
Bu çerçevede “mahalle baskısı” gibi söylemler de birer sembolik şiddet unsuru olarak işlev görüyor. Bu sembolik şiddet öylesine yaygın ki dindar insanları en temel ahlaki tercihleri konusunda bile baskı altına alabiliyor. Üstelik bu şiddet, başörtüsü yasaklarındaki gibi görünen baskıların da ötesine geçiyor. Birçok üniversitede “yaratıcı” hafiyelik usulleriyle bir “arka plan araştırması” yapılıyor ve dindarlara üniversite (ve diğer kurumların) kapıları kapatılıyor. Ülkemizde bu tür baskılar o kadar yaygın ki artık vaka-yı âdiyeden sayılıyor ve kanıksanıyor (Pierre Bourdieu’nün tabiriyle doxa alanının bir parçası kılınıyor). Ancak bir toplumdaki en çetin güç ilişkileri, işte bu sorgulanamaz, karanlık alanda yaşanır. Dolayısıyla bu alana bakmak, toplumda yaşanan iktidar mücadelesinin ana unsurlarını ve bunun ahlaki değişmelerle olan bağını anlamamızı kolaylaştırır.
Paylaş
Tavsiye Et