20. YÜZYIL Türkiye için sancılı bir yapısal dönüşüm yüzyılı oldu. Osmanlı Devleti’nin Sanayi Devrimi, sömürgeci yayılmacılık ve iktisadi bağımlılık dalgaları ile yıpranan ana omurgasından yeni ve tutarlı bir sosyal ve ekonomik yapı çıkarmanın sancılarıydı bunlar. Ayrıca tarım ağırlıklı bir yapıdan sanayi, bilgi ve teknoloji öncelikli bir ortama geçişin; sosyal ve insani kalkınma standartlarını yükseltmenin her coğrafyada karşılaşılabilecek doğal zorluklarıydı. Neticede yarısı dolu bir bardak misali, pek çok olumlu ve olumsuz özelliklerle örülü bir yapısal değişim, dönüşüm ve kalkınma hikayesi bulunuyor önümüzde. Bardağın dolu tarafına bakıldığında, son yüzyıllık dönemde onca savaş, darbe, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik kriz arasında belirlenen büyüme ve fizikî kalkınmaya dair makro hedeflerin çoğu belli ölçüler dâhilinde gerçekleştirilmiş durumda. Türkiye kendi gelişmişlik seviyesindeki ülkelere nazaran halen tarımsal nüfus ve istihdamı görece yüksek olmakla birlikte kentleşme ve sanayileşme açılarından epeyce yol kat etti. Göze çarpan yapısal dönüşüm de kimi zaman ekonomik liberalizmin farklı türevleri, kimi zaman devletçilik ya da ithal ikameciliği gibi korumacı rejimler, kimi zaman da ihracat odaklı büyüme stratejileri bağlamında gerçekleşti.
Ancak Cumhuriyet Türkiye’sinin sosyal ve iktisadi performansını değerlendirirken gelişmekte olan bölgelerdeki paralel gelişmeleri de göz önünde bulundurmak bizi bardağın boş tarafına götürüyor. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında gerek sanayileşmiş Batılı ülkelerde gerekse başta Doğu Asya kaplanları olmak üzere yükselen ekonomilerde, ekonomik büyüme ve ortalama yaşam standartlarının yükseltilmesi noktasında dev adımlar atıldı. Yani biz ağırlıklı olarak kendi iç sorunlarımızla, rejim tartışmalarıyla vs. meşgulken, dünyada kalkınma çıtası epeyce yükseldi. Bu bağlamda Türkiye’nin son yarım yüzyılda makro parametreler açısından kendisiyle kıyaslanan kimi Latin Amerika ülkelerinin (Brezilya hariç) görece üzerinde, Doğu Asya ekonomilerinin ise epeyce altında seyreden bir ortalama kalkınma çizgisi izlediğini teslim etmek gerekiyor. Ancak eğitim, sağlık ve yaşam beklentisi gibi insani kalkınma göstergeleri açısından gösterilen performansın, ekonomik büyüme performansına göre oldukça zayıf kalması da değişen stratejiler, siyasi söylemler ve sosyo-ekonomik koalisyonlara rağmen gelir dağılımı ve yaşam standartlarındaki adaletsizliklerin devam ettiğini gözler önüne seriyor. Milli gelir ve toplam ekonomik büyüklük açısından dünyanın 17. ekonomisi olarak anılıp G-20 toplantılarına katılan, yıllık ihracatı 100 milyar doları aşan ve AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten Türkiye’nin, Güvenlik Konseyi’nde geçici üye olduğu BM’nin insani kalkınma endeksinde maalesef 70’li sıralarda dolaşması, sosyo-ekonomik alanda çok köklü yapısal sorunların varlığına işaret ediyor.
Uzun lafın kısası, bir asırdan fazla bir zamana yayılan sanayileşme, kalkınma ve yapısal dönüşüm hikayemizin insani boyutunda ciddi eksiklikler var. Son yıllarda devletin yeniden yapılandırılması, denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, finansal krizlerin etkilerinden kaçınılması, sürdürülebilir ekonomik büyümenin yakalanması gibi olumlu göstergeler arasında yüzümüze vuran işsizlik problemi, işte bu yalın gerçeğin en önemli yansımalarından biri. Kayıt dışı ekonominin hatırı sayılır payına rağmen resmî işsizlik rakamlarının %14’lere çıkması, her dört üniversite mezunu gençten birinin işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya bulunması, kısır siyaset ve iktidar hesaplarının ötesinde tutulması gereken çok hassas bir sosyal problemi gündeme taşıyor. Küreselleşen işsizliğin özellikle son ekonomik krizden sonra dünya ekonomisini tehdit eden en önemli sorunlardan biri olarak ortaya çıktığı, ancak finans odaklı yönetim geleneğine sahip Anglo-Sakson mahfillerden bu konuda somut adımlar beklemenin gerçekçi olmadığı herkesin malumu.
Türkiye gibi dinamik ve genç bir nüfusa sahip yükselen ekonomiler için teneffüs edilen küreselleşme ortamında makro dengeleri gözetip istikrarlı ekonomik büyüme dinamiklerini yakalamak, uluslararası rekabet gücünü arttırmak ve geniş toplum kesimlerini içine alacak, istihdam dostu kalkınma hikayeleri oluşturmak aynı derecede önemli zorunluluklar. Özel sektörün büyük aktörleri, hatta KOBİ’ler dünya pazarlarında kendilerine yer ararlarken ve maliyet endişeleriyle düşük katma değerli üretimlerini yurtdışına kaydırırlarken, bu topraklarda yaşayan insanlara umut ve insanca yaşam standartları sunacak, bu yönüyle de toplumsal ayrışmaların büyümesini önleyecek işsizlikle mücadele önlemlerinin hızla devreye girmesi gerekli. Devletin aktif bir ekonomik aktör olarak devreden çıktığı günümüzde kısa dönemli popülizme dayalı kamu istihdam kampanyaları soruna neşter olamaz; bunun yerine kamu ve özel sektör katılımcılarının belli bir sektörel ve dönemsel stratejik işbirliği içerisinde oluşturacakları geniş kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma vizyonu ve net kalkınma önceliklerinin belirlenmesi ve süratle uygulanması şart.
Cumhuriyet döneminde sosyo-ekonomik alanda gerçekleşen onca politika ve strateji değişikliğine rağmen işsizliğin kronik bir sorun olarak bugün orta yerde durmasının temel sebeplerini; tarımdan sanayiye yapısal dönüşümün tam olarak sağlanamamış olması, eğitim ve üretim sistemleri arasındaki kopukluk, yüksek nitelikli işgücü oluşturma eksikliği, yeniden eğitim programlarının zayıflığı ve hızlı nüfus artışına koşut bir üretim-yatırım ivmesinin yakalanamaması olarak özetleyebiliriz. Bütün bunların giderilmesi de sadece iktidarın değil, aynı zamanda işveren örgütlerinin ve sendikaların da taşın altına cesaretle ellerini koymalarını gerektirir. Aslında son zamanlarda Başbakan’ın TOBB üyelerine yönelik olarak ısrarla yaptığı “birer kişiyi işe alma” çağrısı, işsizlikle mücadeleye yönelik sistematik bir yaklaşımdan uzak olsa da, sembolik olarak oldukça önemli bir görev icra etti. Kriz ortamında patlayan işsizlik ile mücadeleye katkı vermek için yapabilecekleri işçi alımlarını tartışmak yerine değerli TOBB üyeleri, iktidar aleyhine 28 Şubat dönemindeki misyonlarını hatırlatır bildiriler hazırlama yolunu seçtiler. Gerek işverenlerin gerekse finansal sektörün sosyal sorumluluktan kaçtığı, sendikaların yeni ekonominin dinamiklerini yakalamaktan uzak kaldığı, yargının hâlâ devletçi bir ekonomi modelinde saplantılı olduğu bir ülkede siyasi iktidarın yapabilecekleri de sınırlı olsa gerek.
Sonuçta İstanbul merkezli büyük sermaye odakları yabancı ortakları ile küresel işbölümüne bir şekilde dâhil olup ekonomik büyüme ya da ihracat açısından büyük rakamsal büyüklükler ortaya koyabilirler. Buna Anadolu’nun belli merkezlerinde kök salan KOBİ etkisini de ekleyebiliriz. Ancak dünya ekonomisinde sadece firmalarımız için değil, insanlarımız için de “niche/boşluk” alanları belirlemek; eğitim-sağlık-sosyal yardım politikalarını yoğunlaşılacak stratejik sektörler ve yakın sanayi bağlantısı ile yeniden yapılandırmak; bütün bunları ülkemizin tipik kısır çekişmelerine kurban etmeden uzun dönemli bir dönüşüm vizyonu ile hayata geçirmek. İşte kalkınma hikayemizin gelip dayandığı nokta itibarıyla karar alıcıları bekleyen temel meydan okuma burada. Ancak hem işçi-işveren kesimlerinden hem de bürokratik mekanizmalardan kaynaklanan direnç dinamikleri göz önüne alındığında Türkiye’nin iç içe geçmiş birçok sorunu gibi işsizlik sorununun da ancak kapsamlı bir sistemik dönüşüm süreci sonunda çözüme kavuşturulabileceği açıktır.
Paylaş
Tavsiye Et