BATI medeniyetinin ürettiği modernitenin toplumsal ve siyasi alanda dinin etkisini azalttığı genelde kabul gören bir yargı. Ancak 17 ila 20. yüzyıllar arasındaki dönemde Batılı toplumlar için büyük ölçüde doğru olan bu tespit mutlaklaştırılmamalı; zira bütün tarihsel-toplumsal süreçler gibi sekülerleşme olgusu da siyah-beyaz şablonlarla anlaşılamayacak kadar karmaşık bir süreç. Din-devlet ilişkilerinin tarihini inceleyen sosyal bilimcilerin çoğu Aydınlanma Düşüncesi, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi bir dizi dönüşümün dinin toplumsal etkisini en aza indirdiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak son zamanlarda dünyanın çeşitli bölgeleri ve özellikle Amerika üzerine yapılan incelemeler bunun pek de öyle olmadığını gösteriyor. Aslında Avrupa’da da din-devlet ayrışması tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekleşmedi. Örneğin İngiliz Kraliçesi aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin başıdır; İrlanda’nın kuruluşunda ve Polonya’nın Sovyetler’in etkisinden kurtulmasında Kilise’nin önemli rolü olmuştur.
Amerika’da din (Protestanlık), Avrupa’dakinden çok daha önemli bir toplumsal güç olageldi. Bağımsızlık Bildirgesi’nden Anayasa’ya kadar birçok kurumun yapıtaşlarından biridir Hıristiyanlık. Bugün kiliseler, istedikleri siyasi parti (genelde muhafazakâr Cumhuriyetçi parti) ve politikacılara çok büyük miktarlarda para yardımı yapıyorlar. 1970’lerden sonra Amerika’da dindarlık (Kilise’ye gitme oranı) nispî bir artış gösteriyor. Hemen her din ve mezhebin yaşama şansı bulduğu ABD’de tam anlamıyla “dinlerin serbest piyasası” mevcut: Devletin resmî dininin olmadığı ve çeşitli mezhep ve kiliselerin birer “manevi alış-veriş merkezi” işlevi gördüğü ülkede insanlar, her hafta farklı bir kiliseye giderek ve farklı inanç sistemlerinin “tadına bakarak” hayatları boyunca değişik dinî öğretileri deneyebiliyorlar. Tabii bunun bir sebebi de birçok mezhep ve inancın insanları tatmin edememesi. Bu derde deva olabilen İslam ise, bilindiği gibi ABD’de en hızlı büyüyen din (şu anda ABD’de yaklaşık 9 milyon Müslüman yaşıyor).
11 Eylül Sonrası Din
Birçok açıdan bir kırılma noktası olan 11 Eylül’ün Amerika’da din-devlet ilişkilerine etkisi, toplumda genel bir dindarlaşmadan ziyade dinin siyasetteki tesir ve görünümünün artması şeklinde tezahür etti. Bu durum aslında Bush’un 2000 yılında başkan seçilmesiyle başladı. Bush hemen her sabah İncil okuyor, konuşmalarında ayetlere, kutsal kitaba dair telmihlere yer veriyor; “Aile medeniyetin temelidir” diyerek eşcinsel evliliklere ve eşcinsellerin evlat edinmelerine karşı çıkıyor; hemen her ortamda kürtaj ve evrim teorisi konularını gündeme getirerek bunlara karşı devletin önlem alması gerektiğini dile getiriyor.
Yine, Tanrı’yla arada bir konuştuğunu söyleyen Bush (ki bu iddia, mensubu olduğu Evanjelik mezhebin bütün üyelerinin kabul ettiği bir görüş), Ortadoğu ziyaretinde iki defa “Irak’a savaş açmamı benden Tanrı istedi” demişti. Savaşın Tanrı’nın iradesi olduğu, Mesih’in gelmesinin çok yakın olduğuna inanan Evanjelikler arasında yaygın bir görüş. Buna göre İsrail’in de bütün Filistin’i işgal etmesi gerekiyor ki Mesih’e uygun bir ortam hazırlanmış olsun. Bu fundamentalist mezhep, kamusal alanda en çok sesi çıkan, en medyatik ‘hocaları’ olan ve en hoşgörüsüz dinî-siyasi grup. Bu gruba dâhil olan bazı kişiler, dev spor salonlarında stand-up tarzı dinî-politik show’lar, konserli-şarkılı ayinler vs. düzenleyerek, ülkede son zamanlarda önemli birer siyasi aktör haline geldiler. Dinî liderleri ise, sık sık İsa’yı Tanrı kabul etmeyen Yahudi ve Müslümanların cehenneme gideceğini belirtiyor, hatta Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e suikast düzenlenmesini önerebiliyor.
Şu anda Amerika’da din konusunda iki keskin görüş öne çıkıyor: Liberal-seküler kesimler dinin devleti işgal ettiği, farklı hayat tarzlarına tanınan özgürlük ve hoşgörünün tehlike yarattığını düşünürken; muhafazakârlar “dinin elden gittiği”, ülkeyi ateist ve eşcinsellerin kapladığı iddiasındalar. Hatta son zamanlarda bu ikinci grubun bir kısmı, Irak ve Afganistan’da ölen askerlerin cenazelerinde gösteriler yapıp bu zayiatların “dinden uzaklaşan Amerikalılara Tanrı’nın bir cezası” olduğunu haykırıyorlar!
Ayrıca dindarlık açısından coğrafi-toplumsal bir ayrışma da mevcut: New York, Los Angeles gibi her ırk ve dinden insanın yaşadığı büyük şehirlerde daha liberal bir hayat yaşanıyor. Ancak buralarda gerilimler de sıkça ortaya çıkıyor ve özellikle Müslümanlara karşı ayrımcı ve tedirgin edici uygulamalarla karşılaşılıyor. Kırsal kesim ise, daha dindar, hatta Protestan fundamentalizminin yeşerdiği yerler. Amerika’daki seçim sisteminden dolayı ülkenin daha çok kırsal olan orta kesimi Kongre ve başkanlık seçimlerinde nüfusuna oranla daha fazla ağırlığa sahip. Bu durum dinin politizasyonunun Washington’u bu derece etkisi altına almasının en önemli nedeni.
Sivil Din
Ancak Amerika’da bir başka ‘din’ daha var: Ünlü sosyolog Robert Bellah’ın kavramlaştırdığı “sivil din”. Bizdeki “mukaddesatçı-milliyetçilik”i andıran bu kavram, genelde siyasi elit tarafından başvurulan, dinin devlet işlerini kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanılmasını ifade ediyor. Örneğin kamu görevlilerinin dinî yeminleri, siyasi konuşma veya törenlerde sık sık Tanrı’ya ve İncil’e yapılan atıflar, kamu binaları ve anıtlarda yer alan dinî metinlerden alıntılar, “Kurucu Babalar” ve kurtuluş mitleri, geçmiş liderlere abartılmış saygı gösterileri ve onlardan ahlaki değerler üretme, savaş ve savaş gazilerinin yüceltilmesi, kamusal alanda dinî törenler ve sembollerin (özellikle haç) kullanımı, siyasi liderlerin toplu ibadetlere sıkça katılmaları gibi durumlar, ABD’de siyasi hayatın bir parçası olageldi. Ayrıca 4 Temmuz Kurtuluş Günü, Şükran Günü, hatta dinî içeriği hayli zayıflamış olan Noel ile Milli Marş ve bayrak (ki 11 Eylül’den sonra görünürlüğü en fazla artan simge) gibi milliyetçi sembol ve ritüeller de dinî hassasiyeti arttıran unsurlar arasında sayılabilir.
Ancak “sivil din”, sadece siyasetle sınırlı değil; belli ölçüde halka da sirayet etmiş bir ‘din’. Farklı toplumsal kesimler arasında bir tutkal işlevi görüyor ve seküler hayat tarzına sahip olanlara da, dindarlara da hitap ediyor. Hatta ülkedeki zıt grupların -spor dışında- tek ortak paydası denilebilir. Buradan hareketle Bush’un ikinci defa seçilmesinin bir sebebi de, 11 Eylül ile Afganistan ve Irak savaşlarıyla “sivil din”in güçlenmesidir. Bu açıdan bakıldığında Amerika’da gerek resmî, gerekse “sivil din”in uzun bir süre daha hayatiyetini sürdüreceği söylenebilir.
Paylaş
Tavsiye Et