MEDYA, muhalefet partileri ve yüksek devlet kademeleri el ele vererek yetenekli üç Türk yurttaşının Merkez Bankası’nı yönetmelerini engellediler. Onların yerine, ellerinden gelse, başlıktaki üç filozofu atayacaklar. Akılları erse, diyecekken, vazgeçtim. Çünkü, akılları erse, hâlâ sürüp gitmekte olan küresel ve ulusal düzensizliğin temelinde bu üç filozofun katkısının ne kadar büyük olduğunu anlar ve “Türk gibi” düşünmeye yönelirlerdi. “Türk gibi” düşünmeden, Türkiye’nin önünü açmak ve Türk’ü mutlu etmek mümkün olmayacaktır!
Önce, kendilerine karşı “pozitivist cihat” ilan edilen üç yurttaşın niteliklerine bakalım: Üçü de elit okullardan mezun: Galatasaray, TED Koleji, ABD’de bir lise. Mezun oldukları üniversiteler: ODTÜ, Boğaziçi. Master ve/veya doktora yaptıkları üniversiteler, ABD ve İngiltere’nin ‘top’ akademileri. İş deneyimleri de en az eğitimleri kadar yüksek nitelikli. Tek ve ortak ‘kusurları’: Eşleri başörtülü.
Başörtüsünün ekonomi-politiğine dair çok şey yazıldı. Gerçekten de basit bir ‘bez parçası’nın bu kadar gerilime dayanak yapılması sosyal grupların çıkarlarıyla bağlantısız olamaz. İmam Hatiplilik veya örtülü olmak, eğitim alanından başlayarak birçok ‘piyasa’nın belirli zümrelerin tekelinden çıkarılmasına yol açtığı için dışlanıyor olmalı. Dindar insanlar ‘piyasa’nın ne kadar uzağında tutulabilirse, yıllanmış tekelciler saltanatlarını o kadar rahat sürdürebilirler. Böyle yaptıklarında siyasî sistemi tıkayıp krize yol açmış olacaklarını hiç mi hiç umursamıyorlar. “Türk gibi” düşünmemenin doğal sonucudur bu. Yani namussuzluğun. Türkiye’de 200 yıldır tartıştığımız “geri kalmışlığın” tek sebebi, Mehmet Akif ve neslinin düşündüğü gibi ‘cehalet’ değil, iş bu namussuzluktur!
Namuslu Namussuzlar
Her problemin kökünü dışarıda aramak doğru değil. Sistemi tıkayan haricî faktörler ne kadar mühim olursa olsun, önce dönüp dahilî sistemi sorgulamalıyız. Üniversite yıllarında çok tartıştığımız konulardan biri “Geri Bıraktırılmışlık” idi. Biz mi ‘geri kaldık’, onlar (kapitalist Batı) mı bizi ‘geri bıraktırdı’? Cemil Meriç, bir gün İsmail Cem’in kitabından hareketle yaptığımız tartışmayı şu hükümle bağlamıştı: “Ham insan, her meselenin kaynağını kendi dışında arar. Suçu hep başkasına yükler. Olgunlaşmaya başladıkça, kendine döner ve kendi kusurlarını araştırır. Meselenin kaynağını başkasında değil, kendinde arar. Tam kemâle erince de, ne kendinde arar, ne başkalarında!”
Şurası açık: Sistemin tıkanmış olmasından çıkar sağlayanlar olmasa, tıkanıklık daha kolay, daha çabuk aşılır. Ama bir de, tıkanıklıktan dikkate değer bir fayda sağlayamadığı halde, ona katkıda bulunanlar var. Ve galiba onlar yüzünden işler bir türlü hâle yola girmiyor. Kimdir bunlar? Namuslu namussuzlar. Aydın, bürokrat, devlet adamı, iş adamı, sendikacı, vesaire. Gerçekte belki namuslu, fakat hayatın akışı içinde namussuz olup çıkıverenler. Masloboyev’ler.
Dostoyevski, 145 yıl önce yazdığı bir romanda, tam bir namuslu namussuz tipi çiziyordu: “Masloboyev öteden beri hoş, ama içten pazarlıklı, kurnaz, uyanık, anasının gözü bir çocuktu. Ama aslında temiz kalpliydi. Yolunu yitirmiş bir insan... Rus toplumunda çoktur böyleleri. Genellikle, büyük yetenekleri olan kimselerdir bunlar; ama akıntıya kapılmışlardır bir kere; üstelik, bazı yönleri zayıf olduğundan, bile bile, vicdanlarının gösterdiğinin tam tersini yaparlar; göz göre göre sürüklenirler uçuruma.” Masloboyev’ler olmasa katıksız namussuzlar uzun süre payidar olamaz, sistemi böylesine tıkayamazlardı.
Üç Filozof, Üç Hâl Kanunu
Hegel, Comte ve Spencer, 19. yüzyıl Avrupa’sının üç cengâver kafası. Düşünen yerine cengâver (savaşçı) kelimesini gelişigüzel kullanıyor değilim. Her üç düşünürün de Avrupa dışı toplumlara bakışı cengâvercedir.
Hegel’e göre Ruh (Geist), tarihsel evrimin, içinde gerçekleştiği ortamdır; onun aleti ve yakıtıdır. Tarih, Ruh’un potansiyel bakımdan olduğu şeyi bir tez-antitez diyalektiği içinde işlemesidir. Bu diyalektiğin ilk aşaması veya çocukluk çağı Çin ve Hint medeniyetleriyle örneklendirilebilir. Bu Doğu Dünyası aşamasının temel vasfı tarımsal olması ve Ruh’un tabiatla birlik oluşturmasıdır. Toplum kendini gerçekleştiren özgürlüğe doğru tarih-yapıcı adımlar atma potansiyeline sahip bir patriyarkal şahsiyetin hükmü altında örgütlenmiş olsa da, özgürlük süreçleri tesis edilmemiştir. Özgürlüğe doğru atılmış birkaç adım, bu medeniyetleri tarih yolunda pek ilerletmemiştir. Yunan Dünyası ise, tarihî diyalektiğin gençlik aşamasıdır. Bir ayrılma evresidir bu: Ruh bu evrede kendi içinden yansır ve basit bir itaat ve itimat konumundan kurtulur. Üçüncü yani ergenlik aşamasını Roma Dünyası temsil eder. Bu evrede bireyin kendine ait amaçları vardır; fakat bunları ancak bir evrenselin, yani devletin hizmetinde gerçekleştirebilir.
Dördüncü aşamayı Hırıstiyan Dünyası temsil etmektedir. Yaşlılık veya olgunluk evresidir bu. Bu evrede ilahî (doğal değil, ilahî) ruh “dünyaya gelip bireyin nefsine yerleşir… Birey şimdi artık tamamen özgürdür... Bu, öznelin nesnel ruh ile gerçekleştirilmesidir.” Beşinci aşama, muhtemelen Amerika’daki bir devlet ve onun eylemleri biçiminde zuhur edecektir. Bunun bir Kuzey-Güney çatışması içermesi mümkündür.
Hegel’in beşli gelişim şeması, Comte’ta üç hâl yasasını esinledi. Kendini yeni insanlık dininin en yüce rahibi sayan platonik Fransız, dünyanın gelecekte sosyolog-rahipler tarafından yönetileceğini düşlüyordu. Düşlemiyor, ‘biliyor’du. Kirlenmemek için başkalarının eserlerini okumayan Fransız, insan düşüncesinin üç epistemolojik aşamadan geçtiğine inanıyordu: 1300’lere kadar uzanan teolojik aşama, 1300-1800 arası metafizik aşama ve 1800’lerde başlayan pozitivistik aşama. Son aşama bilime ve sanayi üretimine dayanıyordu ve barışçıl bir dünyanın önünü açacaktı.
Spencer, Comte’un pozitivizmine Tanrı’yı ekledi: Amerikan toplumu için mükemmel bir karışım. İnsanlık üç evreden geçmişti; dördüncüsünün eşiğindeydik. Geride kalan aşamalar barbarlık, militanlık ve (hâlen içinde bulunulan) sanayi aşamalarıydı. Barbarlıkta cinsiyet dışında toplumda henüz hiçbir temel farklılaşma meydana gelmemiştir. Militan toplumda işlev ve sınıf farkları ortaya çıkar. Bireyi yutan despotik devletler arasındaki savaşlarla temayüz eden bu toplumlarda, savaşçı yeteneklerini en fazla geliştirenler üstte kalırlar. Barışçıl sanayi toplumunun merkezinde ise birey bulunmaktadır. Doğal seleksiyon yoluyla, bağımsız, kibar ve dürüst bir sanayi tipi birey meydana gelir. Medeniyet bununla sona ermez; kendini çok yüce faaliyetlere adayan müstakbel bir birey tipi daha olacaktır.
Aslında listeye başta Marx olmak üzere çok sayıda 19. yüzyıl Avrupa düşünürünü de dahil edebiliriz. Hepsinin ortak yanı, genelde Avrupa insanının, özeldeyse bizzat kendilerinin, insan düşüncesinin zirvesini temsil ettiğini düşünmeleridir. İnsanoğlunun altı temel bilim geliştirdiğini söyleyen Comte, matematikten başlıyor, sosyolojiyle listesini noktalıyordu. (Aradakiler: Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji.) Sosyal bilim de teolojik evreden metafizik evreye geçmişti. Pozitivist evre, Comte’un eseriyle başlıyordu!
İkinci ortak yanları, modern Avrupa toplumunun barışçı, başta Asya olmak üzere diğer toplumların ise savaşçı olduğuna inanmalarıydı. Avrupalının elinde, bilgiyi temsil eden kitap; Asyalının elinde ise savaşı temsil eden kılıç vardı. Onları kılıçtan kurtaracak tek şey, makina ve ulusluk bilinciydi. 20. yüzyılın Avrupa ve dünyasını kana bulayan makina ve ulus!
Yarasalar Ülkeyi Sardı!
Türk aydın ve bürokratı, genel olarak, 19. yüzyıl Avrupa düşünürünün kişiliksiz bir kopyasıdır. Onların 200 yıl önce ‘kast-ı mahsusa’ ile yazdıklarını, bugün bir amentü gibi ezberleyip tekrar etmektedir. Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı sırasında başörtülü öğrenciler için kullandığı yarasa sıfatı bu bakımdan çok anlamlıdır. Yarasa modern Avrupa kültüründe tekinsiz bir yaratıktır. Sanat eserlerinde Şeytan, yarasa kanatlı olarak resmedilir. Diğer kültürlerin çoğundaysa tam aksi geçerli: Mayalar yarasaya koruyucu ilah gözüyle bakıyorlardı. Kadîm Çin’de talih simgesiydi yarasa. Beş yarasa, şu beş dünyevî mutluluğa tekabül ediyordu: Uzun ömür, servet, sağlık, erdem sevgisi ve doğal ölüm. Afrika efsanelerinde ise yarasa akıllılık ve zekâyı simgeliyordu, çünkü uçarken hiçbir şeye çarpmıyordu. Klasik antikitede uyanıklığın simgesiydi yarasa, gözleri uyuşukluğa karşı dikkati sağlıyordu. Yunan masallarında ise akıllı fakat utangaç bir yaratık olarak resmediliyordu.
Bu akıllı ve utangaç yaratık, pozitivist zihinler için karanlığın simgesi oluverdi. Bu simgesel dönüşüm felsefî olmaktan çok siyasî bir tutumu yansıtıyordu. Ulus-devletçilik ile pozitivizm ve lâiklik tarihsel ve teorik bakımlardan ilintiliydiler. Modern devlet en mükemmel lâik kurumdu ve otoriteyi merkezîleştirmek maksadıyla bütün gayr-ı lâik iddiaları bertaraf etmek zorundaydı. Lâik devletin düşünsel meşruluğunu sağlayan iki sütun İlerleme (progress) ile Bilimcilik (scientism) idi. Newtoniyen (pozitivist-determinist) bilim sadece küçük bir bilimadamları topluluğunun ‘normal’ bilim anlayışı değil, son iki yüzyıl içinde dünya sisteminin egemen inancıydı. Yani, bilime duyulan inanç epistemolojik bir mesele olmanın çok ötesine gidip siyasî bir olgu haline geldi. Lâiklik gibi, bilimcilik de devletçiliğin zorunlu ideolojik dayanaklarından biri oldu. Bu dayanağı ortadan kaldırmanın çok ciddî siyasî ve kültürel sonuçları olacaktı.
Fakat 20. yüzyıl, İlerleme anlayışını ortadan kaldırdı. Boyuna ilerlediği varsayılan insanoğlunun fikren, ahlâken ve ruhen büyük bir çöküş içinde olduğu apaçık hâle geldi. İnsanlığın timsali sayılan Avrupalılar, çeyrek yüzyıl arayla iki defa boğaz boğaza geldiler ve milyonlarca insanın kanını akıttılar. Avrupalı olmayan toplumlara birkaç yüzyıldır çektirdikleri de cabası. İlerleme yerini endişeye bıraktı, endişe kaosa. Hegel’in 5. aşamasını temsil eden Amerikan siyasası, bugün Orta Doğu’da kaosu koyulaştırma peşinde değil mi?
Kaos, yeni bilimin de anahtar kavramı. Pozitivist klasik bilim, basitliğin ve kesinliğin bilimiydi. Yeni bilim karmaşıklığı ve belirsizliği esas alıyor. Evrilen her sistem, başlangıçta çok basit gözükse de, inkişaf ettikçe karmaşıklaşıyor. Norman Packard, bu inkişafa ‘ilerleme’ diyenlerin yanıldıklarını, çünkü evrimci süreçlerin daha ziyade ‘teleolojik’ olduklarını söylüyor. Yani eşya, maksatlı bir davranış sergiliyor. Klasik bilim ‘maksat’ meselesini gündem dışı tutuyordu; ne var ki, evrimci süreçlerin birçok veçheleri maksat dışlandığı zaman anlaşılmaz oluyor. Ilya Prigogine de yeni bilimi “tabiatla diyalog” olarak resmediyor. Klasik bilim, tıpkı omuz verdiği devlet gibi, iç karartıcı bir monologdu.
Türk devleti, batan bir gemide. Dünya sisteminin merkezî aygıtları (devletler/şirketler/akademiler...) ilerleme ve bilimcilik anlayışlarını terketmenin, tabiat ve toplumla esaslı diyaloğun formüllerini ararken; o hâlâ monolog peşinde. İçinde yaşadığı dünyanın ve hükmettiği küçük sosyal sistemin ne ölçüde karmaşık hâle geldiğini kavramıyor. Bu yüzden, kaostan düzene değil, daha çetrefil bir kaosa geçebilir ancak. Hakikî dönüşümü bürokratik ihale memurları değil, bilinçli ve dinamik bir halk yapabilir.
Yarasalar utangaç, ama uyanık ve akıllıdırlar. Derin devletin kavramadığı şeyi, derin milletin kavramakta olduğunu apaçık görüyorlar. Biliyorlar ki, dünya sisteminde de, Türkiye’de de oyun yeni başlıyor.
Ne Mutlu “Türk Gibi” Düşünene!
Türk gibi düşünmek, Bu Ülke insanları için, aydınlanmak demektir. Kafamızı 19. yüzyıl Avrupa paradigmalarının sultasından kurtarmak demektir. Irkçılık veya şovenizm değil, “istiklal-i akl” demektir. Aklı bağımsız olmayan ülkenin, siyaseti de bağımsız olmaz!
Kant’ın aydınlanma tanımına bayılıyorum: İnsanoğlunun kendi aklını kullanma cesaretini göstermesi! Sapere aude! Kendi aklını kullanmaya cür’et et! Kişioğlu ya cesaretsizliğinden veya iktidarsızlığından dolayı, kendi aklı yerine başka kişi veya kurumların aklını kullanmayı tercih eder. Bu tavır fikir dünyasından siyaset ve iş dünyasına aktarılır. Nasıl ki Türk aydını aydınlanmayı “kendi aklını” değil de, 19. yüzyıl Avrupa düşünürlerinin aklını kullanmak olarak algılıyorsa; Türk siyaset ve devlet adamları da aydınlanmayı Batı siyasî değer ve kurumlarının Türkiye’ye kelimesi kelimesine aktarılması olarak anlıyorlar. Keza, büyük iş adamlarımız kendi marka ve teknolojilerini yaratmak yerine, lisansla üretim yapmayı tercih ediyorlar.
Lisansla imalat yapanlar sadece sanayicilerimiz olsaydı, mesele kolaydı. Ne yazık ki, medya organlarına ‘çöreklenmiş’ aydın ve yarı-aydınlarımızla siyaset ve devlet adamlarımız da lisansla çalışıyorlar. Partilerimizin ideolojik zarflarına bakın: Liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat… Hiç birinin Türk tarihiyle irtibatı yok. “Türk gibi” düşünmek, Batılı düşünce kalıplarının evrensel geçerliliğini red ile başlar. Reddi göze almayan, kendi düşünce ve siyaset dünyasını kuramaz.
Ne mutlu Türk’üm diyebilmek için, önce “Türk gibi” düşünebilmek gerek!
Paylaş
Tavsiye Et