TÜRKİYE Cumhuriyeti’nin kuruluş gerekçeleri, modern Türk siyasetinin sınırlarını çizmekle kalmaz; onun anlam haritasını da ortaya koyar. Bu gerekçeler siyaset etme talebi ile öne çıkan aktörlerin bir kısmı için devlet felsefesinin temel ilkelerini oluştururken, bir diğer kısmı için de çelişkiler yumağı anlamına gelir. Bir yanda makul ve meşru siyasetin ne olduğunu vazedenler, diğer yanda sistemik boşluklarda siyaset üretmeye gayret eden siyasal aktörler yer alır. İdeolojik hareketler dâhil olmak üzere, Türkiye’de siyasî aktöre dönüşme talebi ile ortaya çıkanlar bu hattın iki yakasından birinde konuşlanır. Bu iki kesim arasındaki gerilim hattı, modern Türk siyasetinin aktığı yatağın en bariz vasıflarından biridir. Kavganın konusu ise hep din olagelmiş, siyasal ve toplumsal varlık mücadelesinin ana zemininde İslam yer almıştır. Bu, kavganın “İslam’ın savunucuları” ve “İslam karşıtları” arasında yürüdüğü anlamına gelmez. Nitekim Türkiye’de İslamcılık ve Batıcılık hiçbir zaman siyasal ve toplumsal meşruiyeti olan bir siyasî mücadelenin tarafı olmamış, olamamıştır. Türkiye, Batılılaştıkça İslamsızlaşmamış, aksine İslamlaşmıştır. Ve bu, sanıldığı gibi, Türkiye’de devlet eliyle yürürlüğe konan bir siyasal projenin başarısıyla değil, başarısızlığıyla alakalıdır.
Söz konusu proje, siyasî bir dilden arınmış, toplumsal birlik idealine hizmet edecek ve ekonomide hasımlık-hısımlık ölçütünü tesis edebilecek kifayette bir İslam yorumunu geçerli kılmayı hedefliyordu. Kodları ile oynanmış bir İslam tasavvuruydu bu esasında ve İslam’ın araçsallaştırılmasından başka bir şey yoktu ortada. Bu projeyi yürürlüğe koyanlar bu devleti kuranlarla aynı kişilerdi. Dine düşman olmamışlardı hiç. Voltaire’in din yorumunu benimsemişlerdi. Dinin bireysel ve vicdanî bir şey olduğuna inanıyor, onun toplumsal ve siyasal bir hüviyete bürünmesine karşı çıkıyorlardı. Yorumu devlet tarafından yapılan “dinin kolektif kimliğin unsurları arasında yer alması”nı ise zorunlu görüyorlardı. Bu da dinin modernleştirme müdahalelerine maruz kalması anlamına geliyordu. İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi, ibadet mekanlarının “estetik” görünüm kazandırmak iddiasıyla yeniden düzenlenmesi gibi şeklî müdahaleler toplumsal hafızada daha fazla yer tutmuşsa da, Cumhuriyet’in dini biçimlendirme gayretleri bununla sınırlı kalmadı.
İslam’ın Cumhuriyet ideolojisi ile barıştırılmış versiyonu, toplumun terbiyesi için olduğu kadar devlete iktisadî bir dayanak noktası oluşturmak için de kullanılmıştır. Eğer İslam’ın Kalvinist yorumundan bahsedilecekse, bu yorumu Türkiye’de ilk olarak yapan bizatihi devlet olmuştur.
Kapitalizm tarihçileri Kalvinizm’in, müntesiplerine sunduğu ahlak sayesinde, kapitalizmin yeşermesine ne denli katkı yaptığı konusunda pek çok eser vermişlerdir. Protestan olmadıkları için, daha doğrusu Protestanlıktan bile isteye vazgeçtikleri için toplumda yükselme şanslarını yitiren Katolik sanatçılar ve düşünürler kuşağı, Protestanlıkla kapitalizm arasında tarihçilerden çok daha iyi bağlantılar ortaya koymuşladır. Örneğin G. K. Chesterton, 1929 yılında kaleme aldığı What’s Wrong with the World isimli kitabında Protestanlığın nasıl kapitalizmin ilahiyatına dönüştüğünü ayrıntıları ile ortaya koymuş; Protestanlığın sahte bir girişim olduğunu ve Avrupa’nın (ve tabii kapitalizmin) dünya siyasetindeki konumu nedeniyle de kendisine yer bulabildiğini gözler önüne sermiştir.
Kalvinizm nasıl müntesiplerine, toplumu bir arada tutacak bir değerler dizgesi verip, kapitalizm kültürünü yeşertecek bir anlam dünyası sağlıyorsa, “Kalvinist İslam”ın da sınıfsız-imtiyazsız bir cemiyet, makbul vatandaş ve Müslim zengin sınıfı yaratmada işlevsel olabileceği hesap edilmiştir. Türkiye’de devletin icazet verdiği İslam anlayışı, Cumhuriyet burjuvazisine ruhunu kazandıran en temel dayanak noktasıdır. İslam göz ardı edildiğinde memleketteki iktisadî sınıfları ne tasnif, ne de tahlil edebiliriz. Millî burjuvazi yaratılırken de, gayrimüslim zengin zümrenin özellikle Batılı devletlerin siyasal himayesi sayesinde bulduğu gücü dengelemek ve yerli ekonomik kaynaklar yaratmak hedefleniyordu.
Cumhuriyet, Osmanlı’dan ideolojik bir kopuş gerçekleştirmişse de, ne kültürel, ne siyasî, ne toplumsal, ne de iktisadî bir kopuş sağlayamamıştır. Devlet, millî burjuvazi oluştururken Müslüman ailelerin çocuklarını, Müslüman oldukları için ve onlara Müslümanlıklarını hatırlatarak teşvik etmiş, buna karşılık toplumda açığa çıkarılan öfkeyi de yanına katarak gayrimüslim zengin sınıfı tasfiye yoluna gitmiştir.
Cumhuriyet, İslam’ın “Kalvinist” bir yorumunu yapmış ve bunu topluma benimsetme yoluna gitmiştir. Türkiye’de yerlilik iddiasını öne çıkararak kapitalistleşen zengin sınıfının en temel dayanak noktası da bu Kalvinist yorumdur. Bugünlerde Avrupa İstikrar Girişimi tarafından Kayserili zenginler üzerine yapılan bir alan araştırmasının verilerine dayanarak gündeme getirilen “İslam ve kapitalizm örtüşür mü?” sorusunu da bu çerçevede düşünmek gerekir. Bir kere soru, bu iki ünitenin (İslam, kapitalizm) varlık gerekçeleri hesaba katılarak cevaplanabilecek türden bir soru değil. Kapitalizm sınırsız kâr güdüsünün tezahürüdür; buna karşılık İslam’ın en temel mesajlarından bir tanesi, kâr güdüsü dahil olmak üzere, insanın bütün hırslarını kontrol altına alması gerektiğidir. Ne var ki bu karşılaştırma önümüzdeki manzarayı açıklamaya yetmiyor. Öyleyse önümüzdeki manzarayı açıklamak için soruyu şu şekilde formüle edelim: “Müslüman kapitalist olur mu?” ya da “Müslüman’dan kapitalist olur mu?” Türkiye’nin modernleşme tarihi hesaba katıldığında, önümüzde en azından iki adet “kapitalist Müslüman” modeli bulunduğu göz çarpar. Bu modelin ilkini devlet şekillendirmiştir.
Tekrar başa dönelim ve bahsettiğimiz hattın diğer yakasına bakalım. Devlet eliyle yetiştirilen burjuvazinin Müslümanlığına değil, merkez dışı kalmış Müslüman kapitalistlere nazar-ı dikkat ile bakalım.
“Çevre”sel iktisadî kıpırdanmanın yaşanması kabaca 1950’li yıllara kadar geri götürülebilir. Ancak özellikle 1980’lerin ikinci yarısından; Turgut Özal’ın ekonomide liberalleşme ve dışa açılma politikaları uyguladığı, dünyada yeni sermaye hareketlerinin yaşandığı bir dönemden itibaren, “çevre”deki iktisadî kıpırdanma, Türkiye’nin sosyolojik haritasına yeni kıvrımlar kazandırmıştır. “Çevre’de cereyan eden iktisadî hareketliliği homojen bir bütün içerisinde değerlendirmek doğru olmasa da bu hareketliliğin temelde, kendi iç organizasyon ve motivasyonlarını “tekel ve kartellere karşı olmak”, “Anadolu’daki müteşebbislik ruhunu gerçekleştirmek”, “modern dönemde yaşayan Müslümanların toplumsal taleplerine cevap vermek”, “devlet kredisine ya da teşviklerine ihtiyaç duymaksızın kendi yağıyla kavrulmak” veya “Avrupa bankalarındaki ve yastık altlarındaki birikimleri ekonomiye kazandırmak” gibi söylemler temelinde oluşturan iktisadî teşekküller tarafından ortaya konduğu söylenebilir. Tüm bu iddialar bir yana, söz konusu teşekküllerin eylemlerine yön veren temel zihniyet içerisinde de Kalvinist bir İslam yorumu yer alır. Bu yorum, Türkiye’de sistemik boşluklarda siyaset üretmeye gayret eden siyasal aktörlerin devlet felsefesi ile yakınlaşmaları oranında daha yaygın bir hal alır. Devlet nasıl ki bir zamanlar Müslüman zenginler sınıfı yaratırken kendine ait bir İslam yorumuna ihtiyaç duyuyorsa, yeni Müslüman Kalvinistler de İslam’a yeni bir yorum getirme gayreti içerisinde olmuşlardır. Buna göre “Müslüman, çok çalışmalı ve kurduğu işletmeler sürekli büyümelidir.” Zaten “İslam’ın emri de budur.” Bu yönüyle “yeşil sermaye” Türkiye’de devlet için ne bir başkaldırı, ne de bir tehdittir. Aksine bir nimettir. Hiç kuşkusuz arada çok bariz bir fark vardır ki; o da devletin ortaya koyduğu İslam yorumunu iradî olarak toplumsallaştırması, yeni Müslüman zenginler sınıfının yaptığı İslam yorumunun ise gayrı-ihtiyari bir biçimde toplumsallaşmasıdır.
Türkiye’de İslam’ın modernleştirilmesi Cumhuriyet’in bir projesiydi. Ancak gün geldi bu projeye kapitalist Müslümanlar da sahip çıktı. Her darbe sonrasında devlet, İslam’ın yeniden yorumlanması talebini farklı şekillerde dile getirdi ve buna dönük kısa, orta ve uzun vadeli projeler yürürlüğe koydu. Türkiye’de darbeler, birtakım toplumsal gerilim ve çatışmalara son vermek üzere değil, ülkenin geleceğine yön vermek üzere gündeme gelmiştir. Bu yönüyle darbeleri bir sonuç olarak değil, bir başlangıç olarak düşünmek gerekir. 28 Şubat, yeni bir süreç açtı önümüze ve görünenin aksine kapitalist Müslümanların devri başladı. Diğer yandan “fanatik dindarlık” karşısına yerleştirilen “liberal İslam” yorum ve pratikleri, İslam’ı modernleştirme projesinin yeni uzantıları olarak karşımıza çıktı.
Ağca’nın Çözeceği Düğüme ve Kıyamete Dair
Bu ay ülkece Mehmet Ali Ağca’yı konuştuk. Haber magazincileri (bunlar magazin habercilerinden ayrı bir tür) Ağca’nın hayat öyküsünü anlata anlata bitiremediler.
Türk siyasî hayatında Ağca’nın da rol aldığı (aktör olarak değil figüran olarak) karmaşık oyunlara vakıf olmak arzusu ile yanıp tutuşan medya mensuplarımızın hafiyelikleri kuşku vericiydi. Ağca’nın, açığa çıktığında dünyayı sarsacak bilgiler taşıdığına hepimizi ikna etmeye çalıştılar. Aynı dönemi yaşamış, hem de o dönemde ve sonrasında figüranlık değil, aktörlük yapmış kimi isimlerin sorgusuz sualsiz kazandıkları itibara dair kimse ses etmedi yine. Bizi bir kez daha enformasyon bombardımanına tâbi tuttular; daha çok cahilleşelim diye.
Nasreddin Hoca’ya kıyamet hakkında sormuşlar; “Hanım ölünce küçük, ben ölünce büyük kıyamet kopacak” demiş. Ağca’nın ilan ettiği de olsa olsa, kendisi ve kendisini ilgilendiren kişi ya da grupların kıyameti olabilir. Ancak Bu Ülke’de yaşayanlar olarak bizi ilgilendiren sahici meselelerin ağırlığı yanında, Ağca’nın kıyametinin kıymeti ‘yok’ hükmündedir.
Paylaş
Tavsiye Et