KARİKATÜR krizinin ve Kurtlar Vadisi Irak filminin yankıları, parti liderlerinin mal varlıkları etrafında kopan fırtına, hükümetin en renkli bakanı Kemal Unakıtan hakkında verilen gensoru, Danıştay’ın iki ayrı davada verdiği kararlar, FİFA’nın Türkiye’ye verdiği tarihî ceza, HAMAS yöneticilerinin Türkiye ziyareti, Başbakan’ın bir çiftçiyle argolu diyalogları vs… Bir çırpıda peş peşe sayabildiğimiz bu vukuatlara başkalarını da eklemek mümkün. Mesela Ayasofya Camii, 71 yıl önce, Şubat 1935’te müzeye çevrilmişti. Bu meselelerin her biri için sayfalarca karalamak, saatlerce konuşmak mümkün.
Bu yönüyle Türkiye, yazar-çizer takımına entelektüel muhabbetler için hiçbir yerde bulamayacakları zengin imkânlar sunuyor. Fakat bu zenginlik, bir mutluluk vesilesi olmuyor bizim için. Tam tersine, dertlerimizin çokluğunun, sorunlarımızı çözme noktasında gösterdiğimiz acziyetin bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. Dermanımız bizden uzak, biz dermanımızdan… Belki ondan olacak, tüm enerjimizi içkili-içkisiz sohbet masalarının vazgeçilmez mezesi “n’olucak bu memleketin hali?” çözümsüzlüklerine kurban ediyoruz. Daha sonra kapımızı tekrar, fakat her bir defasında daha da devasalaşmış olarak çalacaklarını bile bile tüm sorunlarımızı ertelemeyi, meşakkatli fakat kalıcı çözümler üzerinde cehd etme yerine, kolaycılığı ve geçici çözümleri tercih ediyoruz.
(Bankalar bugüne kadar 48 milyon dolayında kredi kartı dağıtmış. Kişi başına düşen ortalama kart sayısı 2, belki de daha yüksek. Bir rivayete göre 184 bin kişi, bir başka rivayete göre 700 bin kişi kredi kartı affından yararlanmayı bekliyormuş. ‘Biz bize benzeriz’ dedikleri bu olsa gerek!)
DEN[siz]MARK’ın Karikatürcüleri
30 Eylül 2005’te Danimarka’da sağcı olarak tanımlanan Jyllands Posten gazetesinde yayımlanan Peygamberimizi ve dinimizi terörle ilintili gösteren bir dizi karikatür, İslam dünyasından yükselen haklı protesto ve boykot eylemlerine sebebiyet verdi. Ne gazete, ne de Danimarka hükümeti bu yayın nedeniyle özür diledi ve “bu durumun ifade özgürlüğünün bir gereği olarak değerlendirilmesini” önerdi. Meseleyi bu bağlamda değerlendirmeyi tercih eden başka bazı Avrupa ülkelerinde de, gazeteye destek amacıyla aynı karikatürler yayımlandı. (Söz ifade özgürlüğünden açılmışken… 1989’de Avusturya’da yaptığı bir konuşmada, Yahudi soykırımı iddialarını kabul etmediğini açıklayan İngiliz tarihçi David Irving, 20 Şubat 2006’da Avusturya’da gerçekleştirilen mahkeme sonucunda 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı.)
Karikatür krizi, her şeyden önce, Batılıların zihnindeki İslam karşıtı önyargıların, İslam’ı terörle, barbarlıkla, vahşilikle özdeşleştiren oryantalist arşivin etkinliğinin hâlâ sürdüğünü gösteriyor. Ayrıca demokrasi, özgürlük ve hukuk havarisi Batı’nın, İslam söz konusu olduğunda tüm kutsallarından nasıl kolaylıkla vazgeçebildiğinin de bir işaret. Dolayısıyla, meselenin Batı dünyasının kendisine yönelik belli tartışmaları yapmasını gerektiren -fakat yapacağını hiç zannetmediğimiz- bir yönü bulunuyor.
Mezkûr gazetenin ve editörünün kimliğinden, ilişkilerinden ve krizin gelişim sürecinden hareketle bu yayınlar, medeniyetler çatışmasına hazırlık amaçlı küresel bir kampanyanın parçası olarak değerlendirilebilir. Müslümanların tepkilerinin ‘barbar, vahşi, kan dökücü, terörist Müslümanlar’ imgesi için propaganda malzemesi olarak kullanılacağı ve Batı kamuoyunda “İslam-fobisi”nin yaygınlaşması ile Avrupa’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanlara yönelik her türlü saldırıyı meşrulaştırmaya yarayacağı da pekâlâ düşünülebilir. Nitekim Danimarka hükümeti, askerlerini Irak’tan çekmeyeceğini açıkladı.
Meselenin bir de İslam dünyasını ilgilendiren boyutları bulunuyor: Her şeyden önce bu kriz, olaylara “bunda muhakkak bir komplo vardır” mantığıyla yaklaşmanın ne denli sağlıklı bir düşünüş biçimi olduğunu sorgulama ve eğer ortada bir komplo varsa, bu komployu boşa çıkarmanın en uygun yolunun ne olduğu üzerinde cehd etme gerekliliğini bir kez daha gündemimize getirdi. Başka şeyler bir yana, cevabını vermemiz gereken soru; karşı tarafın kurmuş olduğu oyunu çözmüş olmanın, bize nasıl bir sorumluluk yüklediğidir. “Acil tepki” kadar, “oyunu görelim ve susalım” metodunun da sıkıntıları ortadadır ve her iki yaklaşımda da, sürekli ‘şekillendirilen’ konumunda olduğumuz açıktır.
Gerek Türkiye, gerekse de bütün bir İslam dünyası olarak yaşadığımız parçalanmışlık ve dünya sistemine iktisadî, siyasî ve elitler düzlemindeki bağımlılık hali bu olay vesilesiyle bir kez daha ortaya çıktı. Bunun göstergelerinden bir tanesi; bir tepki olarak yürütülen ekonomik boykot çağrıları karşısındaki tavırlardır. Bazı gazetelerimizde çıkan haberler; değerlerimize yönelik saldırılar karşısındaki hassasiyeti anında paraya tahvil etmeye çalışan ya da -hiçbir şekilde toz kondurmadığımız- değerler yerine ekonomik kâr-zarar hesaplarının belirleyici olduğu piyasacı bir zihniyetin ülkemizde de hükümran olmaya doğru ilerlediğini gösteriyor.
Meselenin can yakıcı bir diğer noktası da; Suriye’de, Pakistan’da, Libya’da, Lübnan’da ve bazı İslam ülkelerinde yapılan gösterilerde onlarca protestocunun kendi devletlerinin polislerince öldürülmesidir.
Maalesef, bütün bu yönleriyle karikatür krizi; malum olan bir gerçeği, parçalanmışlığımızı, zenginliğimize rağmen sefaletimizi ve dünya sistemine bağımlılığımızı, bir kez daha yüzümüze olanca sertliğiyle çarpıyor.
(Türkiye Kamu-Sen Araştırma Geliştirme Merkezi’nin yapmış olduğu 2006 Ocak ayına ait asgari geçim endeksi sonuçlarına göre; çalışan tek kişinin yoksulluk sınırı 950,31 YTL’ye yükselmiş. Dört kişilik bir ailenin asgari geçim haddi ise 1.922,25 YTL olarak belirlenmiş. Türk-İş tarafından yapılan araştırmada ise, 4 kişilik bir aile için Şubat ayı açlık sınırı 555 YTL, yoksulluk sınırı ise 1808 YTL olarak saptanmış.)
Altun Hızma Mülayim / Seni Gördüm Şad Oldum
Filmi seyrettikten sonra, “Washington, ilk başta ‘eğlencelik’ diyerek geçiştirdiği Kurtlar Vadisi Irak filminin mesajlarından ve Türk yetkililerce sahiplenilmesinden çok rahatsız” şeklindeki haberleri, “filmin reklâm kampanyasının bir parçası mı” diye düşünmeden edemiyor insan. Filmin, Kurtlar Vadisi dizisiyle, her iki yapımda da rol alan dört kahramanı ve yapımcıları haricinde bir ilişkisi yok. (Sam Marshall’a ayaküstü verilen bilgide, Polat Alemdar’ın Türk mafyasını çökertmek amacıyla mafya içine sızdığından ve bunun için estetik ameliyatla yüzünü değiştirdiğinden söz ediliyor. Bu diyalogdan, filmdeki Amerikalıların da Kurtlar Vadisi’niseyrettiği sonucunu çıkartmamız mı lazım?)
Süleymaniye’deki ‘çuval olayı’nın intikamını beyaz perdede almak için çekildiği ima edilen film; yazılı ve görsel medyada çıkan birçok işkence, baskın ve bombalama haberinin ‘canlandırma’ sahnelerini izleyicilerin zihinlerine boca ediyor. Ancak bu boca etme ameliyesinin, anti-Amerikancı vatanperver bir psikolojinin oluşmasına mı, yoksa bu psikolojinin sömürülmesine mi hizmet ettiğini zaman gösterecek.
(Türkiye’de 2005 yılında kadın ticaretinde dönen para 3,6 milyar dolara ulaşmış. Uluslararası Göçmenlik Örgütü [IOM] tarafından ortaya atılan rakamlara göre, Türkiye’de her yıl 5 bin kadın, hayat kadınlığına zorlanıyor; bunların yüzde 60’ı Ukrayna ve Moldavya kökenli; 3’te 2’si ise 18 ile 24 yaşlarında ve anne. Bu rakamlar üzerine harekete geçen IOM, Türkiye’de kadın ticaretinin önüne geçebilmek için dünya genelinde bir dizi kampanya başlattıklarını açıkladı. Kampanyanın sloganı ise, ‘Türkiye’deki annemi geri getirin’ olacakmış.)
HAMAS’ın Ziyareti ve Düşündürdükleri
Filistin’de seçimleri kazanan HAMAS’ın lideri Halid Meşal’in beraberindeki heyetle birlikte Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretin önemli sonuçlar doğuracağı açık. HAMAS’ın ilk dış ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirmiş olması önemli bir gösterge. Yapılan eleştirilere ve kamuoyuna sunuluş şekline rağmen, Türkiye’nin bu ziyareti kabulü de başlı başına bir önem taşıyor. Gerek taraflar ve gerekse de bölge için bu ziyaretin önemi ve sonuçları zamanla daha da bir netleşecektir.
Ziyaretin gerçekleştiği gün AK Partililerin tereddütlü tavırları ciddi bir eleştiriyi hak ediyor. Her durumda bu icraatın AK Parti’nin hanesine yazılacağı ortada iken, yaptıkları bir girişimi sahiplenmeyici tavırları elbette -en hafif ifadesiyle- şık olmadı. İlerleyen zamanda bu icraatı sahiplenici bir tavır sergilemeleri de, bu nahoş manzarayı gerçekte fazlaca değiştirmedi.
Türk medyasının HAMAS’ın ziyaretini değerlendiriş biçimi, başlı başına bir yazının konusu olabilecek genişlikte ve çeşitlilikte. Bu çeşitliliğin varlığını yadsımaksızın ve Türkiye penceresinden olaylara bakanları istisna ederek, bir iki hususun altını çizmekle yetineceğiz. Her şeyden önce, HAMAS heyetinin kabul edilişini “erken, aceleye getirilmiş” olarak görüp eleştirenlerden, neden/kimden erken davranıldığını, hangi olayın ya da kimin beklenmesi gerektiğini açıklamalarını beklemek hakkımız. Aslında bir yönüyle bu kişiler; HAMAS ziyaretinin ABD’nin ve AB’nin bilgisi dâhilinde gerçekleştiğini düşünen, o nedenle de ziyareti daha ılımlı değerlendirenlerle kalkış noktasında birleşiyorlar. Zira her iki yaklaşımda da, Türkiye’nin dış politikasının müttefik devletlerin siyasetleri doğrultusunda ve onların izin verdiği sınırlar içerisinde olduğu/olması gerektiği iması bulunuyor.
Bitirirken… Eğer mümkün olsaydı, konu ile ilgili en ilginç yorum ödülünü; bir TV programında -İsrail’in bütünüyle dinî argümanlarla kurulduğunu ve halen de varlığını bu iddialar üzerinden sürdürme çabasını görmezden gelerek- Filistin’de rejim değişikliğine gitmek ve bir ‘İslam devleti’ kurmak amacında olduğu gerekçesiyle HAMAS’ın kabulünü eleştiren CHP’li Onur Öymen’e verirdim.
Paylaş
Tavsiye Et