AK PARTİ, 10-12 Mart tarihlerinde, futbol takımlarımızın gözde kamp mekânlarından biri olan Kızılcahamam’da altıncı kampını yaptı. Kampın neşeli bir atmosferde geçtiği sızan bilgiler arasındaydı. Kampta özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin belli tartışmaların olduğu ve “cumhurbaşkanını bu meclisin seçmemesi” gerektiği, “cumhurbaşkanlığının, yetkilerinin azaltılarak sembolik bir düzeye indirilmesi suretiyle cazip bir makam ve seçiminin de bir sorun olmaktan çıkarılması” gibi önerilerin getirildiği basına yansıyan haberler arasındaydı. Yine gazetelere göre, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, kampta yapmış olduğu konuşmada “BOP’u desteklediklerini” belirtmiş. Sayın Bakan’ın, Rice tarafından “Türkiye dahil 22 ülkenin sınırlarını değiştirecek” bir proje olarak sunulan BOP’u hangi gerekçeyle ve hangi sınırlar içerisinde desteklediğini belirtmesi daha açıklayıcı olurdu. Henüz böyle bir açıklama yapılmış değil.
Kızılcahamam’da enerji depoladıkları duyulmuş olsa gerek, hükümetin önüne ciddi meseleler birer birer getirilmeye başlandı Mart ayında. “Mart ayı dert ayı” sözünü haklı çıkarırcasına yoğun bir gündeme şahit olduk. Birçok başka mesele arasından -Susurluk kazasıyla eşdeğer özellikler gösteren- Şemdinli olayları hakkında Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırlamış olduğu iddianame etrafında kopan fırtına öne çıktı. Onu Merkez Bankası’nda yaşanan ata(yama)ma krizi takip etti.
Şemdinli İddianamesi ve Akla Getirdikleri
İddianame gerek 9 Kasım 2005’te Şemdinli’de neler olduğunun aydınlatılması, gerekse de Kürt meselesinde gelinen noktanın genel olarak anlaşılması açılarından dikkate değer ifadeler içeriyor.
İddianamenin merkezinde Kürt meselesinin özellikle askerler tarafından algılanma tarzı ve bu algılamaya uygun olarak da “devletin bekası” gerekçesiyle meşrulaştırdıkları ve icra etmekte bir beis görmedikleri “hukuk devleti kurallarının dışına çıkan” uygulamaları yer alıyor.
Her şeyden önce iddianamede, ülkedeki istihbarat toplama görevi yapan kurumlar arasında, özellikle de Emniyet ile Jandarma istihbaratları arasında görev yetki alanı ihlalinden kaynaklanan bir probleme dikkat çekiliyor. Bu aynı zamanda kurumlar arasında belli bir gerilimin ve çatışmanın varlığına da işaret ediyor. Savcı, bu iddiasını temellendirmek için de hukuk devletinde istihbarat faaliyetlerinin nasıl ve kimler tarafından yapılacağına ilişkin 4 sayfalık uzunlukta dipnotta ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu değerlendirmeler ışığında savcı, jandarmanın Şemdinli ilçesinde yapmış olduğu faaliyetlerin, jandarmanın görev sahasına girmeyen bir bölgede bütünüyle provokatif amaçlarla yapılmış gayri kanunî işler olduğu sonucuna varıyor.
Şemdinli ilçesinde yaşanan bombalama eylemlerini provokasyon olarak nitelemek, bu provokasyonun neye yönelik olduğunu da sormayı gerektirir. Kürt meselesinin çözümü noktasında askerî bürokrasinin inisiyatifi ele alma ya da bu konudaki inisiyatifi kaybetmeme çabası bu sorunun cevabı olabilir. Bu tespiti yapmak, meselenin aydınlatılmış olduğu anlamına gelmiyor elbette. Çünkü Kürt meselesinin halline ilişkin düşünülen çözüm, Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyonları da içeriyor olabilir. Dolayısıyla, Hakkari’nin bir ilçesinde yaşanan -hukuk devleti gerekleri açısından- kanun dışı uygulamaların bölgeyi ve hatta tüm ülkeyi de aşan uluslararası amaçları ve sonuçları bulunduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. O nedenle, hem iddianamede dile getirilen bazı iddiaların, hem de Genelkurmay Başkanlığı’nın iddianame vesilesiyle yapmış olduğu açıklamadaki “belli bir görüşün temsilcileri” gibi ifadelerin bir kez daha gözden geçirilmesi faydalı olacaktır.
İddianamede, Kürt meselesinin “devletin bekasının gerekleri doğrultusunda” çözümü iddiasının ardına saklanarak kendilerine kişisel çıkar temin etme uğraşında olanların bulunduğu ileri sürülüyor. Bu suçlamalar, iddianamenin muhtelif yerlerinde dile getiriliyor ve M. Ali Altındağ’ın meclis komisyonunda yapmış olduğu konuşmalarda ve Abdulkadir Aygan’ın basında da çıkan itiraflarında bulunan geçmiş döneme ait örneklerle delillendiriliyor. Suçlamalar, bölgenin zengin işadamlarından haraç almaktan, Musa Anter ve Gaffar Okkan suikastlarına kadar pek çok konuyu içeriyor ve adres olarak da JİTEM gösteriliyor. İddianamenin değerlendirme kısmında, hem bu konuya hem de konunun farklı bir boyutuna ilişkin kesin bir çıkarımda bulunuluyor: “Kan ve gözyaşı üzerinden politika üreten ve menfaatlerini temin için devletin bütün mekanizmasını kullanmaktan çekinmeyen güçlerin birtakım üst makamlara gelmesi halinde ise Devletin bekası için son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkabilir. (…) bu grup, menfaatleri icabı kendilerini uluslararası güç odaklarına pazarlamaktan çekinmez. Gerçekte ne olup bittiğini bilen ve sesi çok çıkan bu grup, medyanın da etkisi ile kamuoyunda ‘kahramanlar’ olarak algılanırken (…) bunların tetikçiliğini yapan birtakım kişiler Devletin bekasına hizmet ettikleri düşüncesindedirler. Uluslararası güçler, ülkedeki bu zihniyet ve aşağıdaki gruplar arasında irtibatı sağlayan bağlar ise akla gelmeyecek binlerce karmaşık (…) irtibat mekanizmasından geçtiği için, aşağı gruptan biri deşifre olsa dahi gerçek oyuncuların ortaya çıkartılması mümkün değildir. Hemen diğeri sahneye sürülür. (…) Bu oyunun sona erdirilmesi ise ancak açığa çıkartılıp deşifre edilmesi ve kamuoyu vicdanında mahkûm edilmesi ile mümkündür.”
İddianamede yer verilen ve başta Mehmet Yaşar Büyükanıt olmak üzere birçok üst düzey askerî görevliyi muhatap alan iddialara, savcının bu alıntıda belirtmiş olduğu kendilerini kahraman olarak sunanları kamuoyu vicdanında mahkûm etmeye yönelik bir boyut bulunabileceği de ihmal edilmeden, ihtiyatla yaklaşmakta fayda vardır. Türkiye’de bu tür olayların yaşandığı ve yeniden yaşanabileceği elbette doğrudur. Ancak geçmişte yaşanan belli olaylar sonucunda, ortalığa serpiştirilen ve ne kadarının doğru, ne kadarının yanlış olduğunu bilemeyeceğimiz iddiaların sağladığı meşruiyetten devşirilen güçle -iktidar mücadelesinin bir sonucu olarak- belli kurumların tasfiyesine gidildiği de bir gerçektir. Dolayısıyla gerek Kürt meselesinin çözümünde ve gerekse devlet kurumlarının operasyonel görevlerinde demokrasinin ve hukukun hâkim olduğu bir ülkede dikkat edilmesi gereken hukukî sınırların ve hakların azamî düzeyde korunmasına hassasiyet göstermek ile ne olup bittiğini tam anlamıyla bilemediğimiz süreçlere balıklama dalmak arasında bir ayrım yapmak zorunluluğu bulunuyor.
Meselenin bu yönüne dikkat edildiğinde, “komployu ortaya çıkaran komplo”nun, gerek bölge, gerek ülke ve gerekse de Türkiye’nin uluslararası ilişkileri düzeyinde önemli sonuçlar doğurabileceği açıktır. Bu sonuçların nasıl tecelli edeceği ya da ülke siyasetine nasıl yansıyacağı gelecek zamanların konusudur.
Meselenin, AB sürecini ilgilendiren yanları da bulunuyor. Her şeyden önce askerî idarenin memleket meselelerinin çözümünde bu denli inisiyatif sahibi olma isteği ve bu doğrultudaki icraatları elbette, ülkenin demokratikleşmesi ve AB’ye uyum süreci açısından problemler yaratacaktır. Meselenin bu boyutuyla ilgili olarak, aslında hükümetin elinin güçlendiği ve eğer ülkenin demokratikleşmesine yönelik arzularında ısrarlı ise, uygun bir ortamın doğmuş olduğu söylenebilir. Fakat hükümetin, henüz bu doğrultuda kararlı adımlar atmadığı görülüyor. Hem iddianamenin hazırlanması sonrasında savcıya yönelik suçlamalar, hem de İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un görevinden uzaklaştırılması gibi uygulamalar; Şemdinli olayları sonrasında bölgeye giden ve yaptığı konuşmada “Biz sloganlarla ülke yönetmiyoruz, biz icraatlarımızla ülke yönetiyoruz.” diyen Başbakan Erdoğan’ın söylemlerine pek de uygun düşmüyor.
Merkez Bankası’nı Herkesin Bankası mı Sandın?
MB Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresinin sona ermesinden itibaren daha yoğun bir şekilde gündemi meşgul etmeye başlayan “Başkan kim olacak?” sorusunun cevabı hâlâ alınabilmiş değil. Hepimizin malumu süreç, kriz idare edememe sanatının şahikası olarak toplumsal hafızamıza kazındı.
Gazeteler günlerce, Erdem Başçı ve İbrahim Turhan, daha çok da eşlerinin başörtülü olup olmadığı hakkında haberler yaptı. Tek bir kaynaktan çıktığı her halinden belli metinler her gün başka bir gazetede yayınlandı. Başbakan, yaptığı bir konuşmada, eşlerinin başörtülü ya da başörtüsüz olması nedeniyle bir atama yapmayacağını söyledi ve medyayı ayrımcılık yapmakla suçladı. Bunun üzerine gazetelerde, ayrımcılığı kendilerinin değil eşleri başörtülü olanları atamayı tercih eden Başbakan’ın yaptığı yazıldı çizildi. “Sen ayrımcısın”, “hayır, asıl ayrımcı olan sensin” geyikleşmeleri arasında günlerce ayırımlanan insanlar ve aileleri elbette kimsenin umurunda olmadı.
Bütün bu haberler ve tartışmalar arasında, bir gazeteye mülakat veren Başbakan’ın “Köşke giden kararnamede Erdem Başçı’nın isminin olduğunu ne biliyorsunuz” mealindeki sözü kimsenin dikkatini çekmedi. Bu haberden yaklaşık bir hafta sonra, Cumhurbaşkanlığı, kendilerine Erdem Başçı’nın MB başkanlığına atanmasına dair bir kararname gelmediğini açıkladı da sevgili basınımız şaşkınlıkla karışık rahat bir nefes aldı. Kararnamede ismi yazılı adayın, Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesiyle daha da bir rahatlamışlardır sanırım.
Vetoyla rahatlayan diğer bir kesim, uluslararası finans çevreleri oldu. Financial Times, Adnan Büyükdeniz’in kararnamesinin Köşk’ten geri çevrilmesini büyük sevinçle karşıladı. Böylece soylu Türk medyası ile küresel finans çevreleri arasındaki uyum bir kez daha gözlerimizi yaşarttı.
Son olarak hükümet yetkilileri için kısa bir hatırlatmada bulunmak isterim: Men dakka dukka.
Paylaş
Tavsiye Et