TSK’NIN ilginç bir genelkurmay başkanı var: Belli konuşmalarında sadece askerlik mesleğinden ve siyasetten bahsetmekle yetinmiyor, sosyal bilimlerin önde gelen bazı isimlerine referans vermekten de geri durmuyor. Geçen yılki konuşmasında Alman filozof Habermas’a atıfta bulunmuş ve post-modernistleri eleştirmişti. Harp Akademileri’nde yaptığı son konuşmada ise modernite ve din ilişkisinden Kürt meselesine kadar farklı alanlarda görüşlerini paylaştığı çelişkilerle dolu bir metni okudu Orgeneral İlker Başbuğ. Aslında bir önceki genelkurmay başkanıyla başlayan ve askerin orduyu adı darbeciye çıkmış sol-Kemalist kesimden ayrıştırmak için ürettiği “Atatürkçü Düşünce Sistemi” söyleminde somutlaşan bu yeni usul, doğal olarak komutanların ifadelerinde ciddi çelişkilere yol açıyor.
Bu çelişkilerin özü, TSK’nın üst düzey mensuplarının dünya görüşü ve zihniyet yapılarının içeriğini oluşturan Kemalist ideoloji ile günümüzdeki siyasi şartların zorlamasıyla ortaya çıkan yeni konjonktür arasındaki çatışmaya dayanıyor. Soğuk Savaş’ın bittiği, AB ve ABD’nin Ortadoğu ve Kafkaslarda yeni güç konfigürasyonlarına ihtiyaç duyduğu, Türkiye’nin uluslararası etkinliğinin hızla arttığı ve iç siyasi dengelerin demokratikleşmeyi taşıyan toplumsal kesimler lehine değiştiği bu yeni tarihsel bağlam, Kemalizm’in vizyonsuz, geriye dönük, çoğulculuktan hazzetmeyen ve büyük ölçüde kötürümleşmiş ideolojik içeriğiyle uyuşmuyor. Buna paralel olarak, 27 Nisan e-muhtırasının da gösterdiği gibi, askerin sivilleri belli yönde adım atmaya zorlaması da artık pek işe yaramıyor. Bu durumun farkına varan askerî elitler de “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adı altında yeni bir açılım deniyor. Bu açılımın bir ayağı da özellikle sosyal bilimleri “kullanmayı” içeriyor ki Başbuğ’un son konuşmasında da bu bilimsellik vurgusu açıkça görülüyor.
Başkanın Adamları
Bu çerçevede Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında referans verdiği isimler ilgi çekiciydi. Siyaset bilimi literatüründen seçilmiş bu isimler arasında en büyük grubu, meşum “medeniyetler çatışması” tezinin sahibi Samuel Huntington, Eliot Cohen ve Morris Janowitz gibi, askerin siyasetteki etkisine çok soğuk bakmayan sağcı-muhafazakârlar oluşturuyor. Başbuğ, Huntington’ın çoktan demode olmuş Asker ve Devlet isimli kitabına hararetle atıfta bulunurken kendince demokrasilerde askerin neden “özerk bir alan”ı olması, yani sivil siyasetin kontrolü dışında kalması gerektiğini temellendiriyordu.
Başbuğ’un kaynak gösterdiği
-Atatürk’ü saymazsak- tek Türk bilim adamı ise Prof. Metin Heper’di. 12 Eylül darbesinin hemen akabinde yazdığı Türkiye’de Devlet Geleneği başlıklı kitabında devlet merkezli bir analiz yapan, II. Meşrutiyet’ten bu yana bürokratik elitlerin “halkı adam etmek için” geniş kitleler üzerinde kurduğu tahakkümle pek problemi olmayan ve darbeyi de basitçe -12 Eylül öncesindeki kaos ve terör ortamının aşındırdığı- Türkiye’deki “aşkın devlet geleneği”nin yeniden inşası olarak yorumlayan Heper’in görüşleri, Başbuğ’un konuşmasının geneline sinmiş gibiydi.
Başbuğ’un referans listesindeki üçüncü grup ise Batılı klasiklerdi. Orgeneral bunlardan ilki olan Montesquieu’yu, kendi ideolojik yaklaşımına payanda olarak -üstelik de TSK’nın web sitesinde yayınlanan konuşmanın tam metninde ismini yanlış yazarak- kullandı. Fakat Huntington’ın bile araçsallaştırıldığı metindeki, bu “işine gelen şekilde yorumlama” tarzından asıl nasibini alan kişi sosyal bilimlerin kurucu isimlerinden Max Weber oldu. Konuşmada, din-siyaset ilişkisi tartışılırken, Weber’in “anlayış sosyolojisinde öncelikli olan insandır” şeklinde düşündüğü iddia ediliyordu. Metodolojik olarak “özne” ve “anlam”a yapılan vurguyu ifade eden bu yaklaşım, sanki bilimi/sosyologları temsilen Weber de dinin bireysel bir olgu olup toplumsal sonuçlarının olmaması gerektiği görüşündeymiş gibi veriliyordu. Din-siyaset ve din-ekonomi arasında kurduğu ilişkilerle meşhur olan Weber’e atıfla Başbuğ, Weber için son derece normal olan bu ilişkilerin, “cemaat”leri işin içine soktuğu için çok tehlikeli olduğu sonucuna varıyordu.
Ordu ve Profesyonellik
Ancak Başbuğ’un konuşmasının en vahim yanı, atıfta bulunduğu sosyal bilimcilerin görüşlerini araçsal bir yaklaşımla ele almasından çok, bazı özgürlükçü mesajlar içermesine rağmen, bütününe sinmiş olan sivil siyasete müdahale arzusu ve bunun doğurduğu çelişkilerdi. Sık sık ordunun disiplin ve profesyonelliğinden dem vuran Başbuğ, bu iki kavramın ortak paydası olan “kendi işini yapma”, “hiyerarşiye riayet etme” gibi mefhumlardan habersiz gibi duruyordu. “Türk Devrimi ve Modernleşmesi nedir?” başlıklı bölümde de görüldüğü gibi, askerlerin uzmanlık alanına girmeyen, tarihçilerle siyaset uzmanlarının (ve aktörlerinin) uğraş alanı olan konularda bile görüş bildirme (daha doğrusu ideoloji üretme) hakkını rahatça kendinde görüyordu.
Kısaca Genelkurmay Başkanı’nın konuşması, bir yandan sivillerin askerler üzerindeki üstünlüğünü kabul ettiğini, diğer taraftan da asker-sivil ilişkilerinin “Türkiye’nin kendine özgü şartlarına göre” düzenlenmesi gerektiğini ifade eden bir metin. Bunun doğal sonucu olarak da sivil-asker ilişkilerinin düzenlenmesinde “tek yetkili ve sorumlu makamın Genelkurmay Başkanlığı olduğu”nu öne sürebiliyor! Ayrıca “TSK’nın halkın vergileriyle ayakta durduğu”nu söylerken, bu ülkede askerin “daima modernleşmenin öncüsü” olduğu varsayımına dayanarak birtakım siyasi konularda “TSK taraftır ve taraf olmaya devam edecektir” diyor. Hitap ettiği genç subaylara da yalnızca gündelik işleriyle uğraşmamalarını, yani siyasetle de ilgilenmelerini tavsiye ediyor.
Buna ilaveten Orgeneral’in konuşması, bir yandan dinin toplumsal hayatın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu, hatta bu konunun Türkiye’de tartışılmasının dahi saçma olduğunu dile getirirken, diğer yandan uzun uzun katı laiklik propagandası yapmaktan da geri durmuyor. Metin bununla da kalmıyor, Türkiye’deki seküler elitlerin sıkça başvurduğu bir yöntemi kullanarak, “dinsel cemaatler”in faaliyetlerinin İslam’a aykırı olduğunu öne sürmek suretiyle dinî bir “fetva” vermeyi de ihmal etmiyor.
Sözde Değil Özde
Sonuç olarak Başbuğ’un konuşması, “anlayış”a dayalı bir yaklaşım ve birtakım özgürlükçü noktaları barındırmasına rağmen, Kemalist ideolojinin katı çekirdeğini oluşturan otoriter ve anti-demokratik zihniyetten kopamadığını gösteriyor. Bu sebeple “Atatürkçü Düşünce Sistemi” söylemi de içerisinde bir dolu çelişkiyi barındıran ve “özgürlükçü” bir ambalajla sarmalanmış militarist-otoriter içeriğinden dolayı başarılı olması mümkün görünmeyen bir açılım olarak kalacaktır. Bu başarısızlıktan kurtulmanın ve Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturmasının birinci şartı, ordunun bir yandan gerçek profesyonelliği öğrenmesi öte yandan da “sözde değil özde demokrat” olmasıdır.
Paylaş
Tavsiye Et