BM’NİN en yüksek yargı organı Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nın Bosna ile Sırbistan arasındaki davaya ilişkin kararı, pek çok kişi ve çevre tarafından siyasi nitelikte bulunurken, Türkiye’de Ermeni meselesiyle ilişkilendirilerek karmaşık tepkilere sebep oldu.
Türkiye’deki tartışmaların, kararı doğru değerlendirecek derinlikten, objektiflikten ve hatta hukukilikten mahrum olduğunu öncelikle belirtmek gerekir. Bir süredir, Ermeni meselesini UAD’ye taşımak eğiliminde olanlar, Bosna kararıyla birtakım avantajlar yakalandığını düşünüyorlar. Onlara göre eğer UAD’ye gidilirse, en kötü ihtimalle, soykırım yapıldığına dair bir karar çıkması halinde bile Türkiye bundan suçlanmayacak. Halbuki Türkiye’nin UAD’ ye gitmemekte hukuki bakımdan tamamen haklı bir gerekçesi bulunuyor. Zira bu konuyla ilgili yargılamaların dayanağı olan ve 9 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, makable şamil olamayacağı (kendisinden önceki olaylara uygulanamayacağı) için, 1915 yılındaki olaylarla ilişkilendirilemez. Ayrıca, UAD’nin Bosna kararıyla birlikte açıkça ortaya koyduğu hukukilikten uzak tutumu dikkate alındığında, Türkiye’nin herhangi bir meselesini bu ve benzeri kuruluşlara götürmesinin hiç de doğru olmayacağı anlaşılmaktadır. Bosna kararında UAD’yi eleştirmek ve suçlamak, Sırbistan desteğinde Sırpların Bosna’da soykırım yaptığı gerçeğini kabul etmek ve Sırbistan’ı bundan dolayı suçlamak bir hakikatin tespitidir; Türkiye’nin Ermeni meselesiyle ilgili durumunu böyle bir tespitle ilişkilendirmek ise başka bir konudur.
Bosna Davası 20 Mart 1993’te açıldı; yaklaşık 13 yıl sonra görüşülmeye başlandı ve nihayet karar 14 yıl sonra, 26 Şubat 2007’de açıklandı. Kararın iki temel esası bulunuyor. Bunlardan birincisi, Srebrenitsa’da cereyan eden olaylarda, soykırım suçunun işlenip işlenmediğine dair karardır. 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde soykırım oluşturan eylemlerin neler olduğu açıklanmakta, 3. maddesinde ise hangi eylemelerin cezalandırılacağı belirtilmektedir. UAD’ye yapılan başvuru ve verilen karar bu sözleşmeye dayanmaktadır. 2. maddeye göre, “milli, etnik, ırkî veya dinî bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla, gruba mensup olanların öldürülmesi; grup mensuplarına ciddi surette bedensel ve zihinsel zarar verilmesi; grubun bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi; grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması ve gruba mensup çocukların zorla başka bir gruba nakledilmesi” soykırım suçu olarak kabul edilmektedir. Bu çerçevede, 1992-1993 yıllarında Bosna’nın çeşitli yerlerinde (1992’de Kozarats, Priyedor ve Vişegrad’da) yaşanan olayların hepsi, maddede tarif edilen soykırım suçuna girmektedir. Bu bölgelerde yaşayan Boşnaklar, sadece farklı etnik ve dinî kökenleri sebebiyle öldürülmüştür. Olaylar Sırpların hakimiyet alanlarını genişletmek veya daha fazla toprağa sahip olmak gibi bir amaç taşımadıklarını göstermektedir; böyle olsaydı, Boşnakların göçe zorlanması yeterli olabilirdi. Bütün bunlara rağmen UAD, sadece Srebrenitsa’da yapılanların bir soykırım suçu teşkil ettiğine karar vermiştir. Zaten daha önce Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi (USSM) de yaşananların bir soykırım olduğunu kabul etmişti. Bu mahkemedeki yargılamalar sırasında oluşan belgeler ve kullanılan deliller Srebrenitsa dışında yaşananların da soykırım olduğunu ispata yetecek nitelikte ve güçtedir. Aslında, tam da bu sebeple, UAD’nin kararındaki bu kısım bir yenilik getirmemektedir. Hatta aksi yönde bir karar vermiş olsaydı, USSM’nin kararıyla çelişmiş olacağından ortaya vahim bir durum çıkacaktı. Kararın bu kısmının Bosnalılar için bir teselli payı olarak düşünüldüğünü söyleyebiliriz; hukuki ve fiilî sonuçları olmayan, hiçbir şeyi değiştirmeyen bir hüküm…
Karardaki asıl önemli kısım ise, tespit edilen soykırımla faillerin ilişkilendirildiği kısımdır. UAD kararında, Sırbistan’ın soykırımla bir ilişkisi kurulmakla beraber, bu suçun işlenmesinde ortak olmadığı belirtilmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz sözleşmenin 3. maddesine göre, “soykırım yapmak, soykırım yapılması için işbirliği yapmak, soykırım yapılmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak, soykırım yapmaya teşebbüs etmek ve soykırıma iştirak etmek” cezalandırılacaktır. UAD, Bosna’da yaşanan soykırımda Sırbistan’ın, 3. maddede sayılan beş eylemden hiçbirisiyle ilişkilendirilemeyeceğini kabul etmiş; ancak elinde olmasına rağmen soykırımı durduramadığını belirtmiştir.
Soykırım suçunun Sırbistan tarafından işlendiğinin ispatı için elbette delillere ihtiyaç vardır; ancak mahkemenin, Sırp General Mladiç’in Srebrenitsa’daki soykırımı gerçekleştirdiği sırada, Sırbistan yetkililerinin kendisine açıkça emirler verdiğinin ispatlanması isteği, imkansızı talep etmektir. Bunun yerine çok açık bazı delillerin mahkeme tarafından değerlendirilmediğini biliyoruz. Soykırım gerçekleştiren Sırp liderlerin Sırbistan tarafından mali, askerî ve siyasi bakımdan desteklendiği, aralarında yakın ilişkilerin bulunduğu gerçeği yeterli sayılmamıştır. Bunun ötesinde, BM’nin Bosna’da yaşananlarla ilgili çeşitli kararları Sırbistan’ın açık bir müdahale içinde bulunduğunu kabul etmektedir. Mesela, Güvenlik Konseyi’nin 15 Mayıs 1992 tarihli kararında Yugoslavya ordusunun Bosna’da yaşanan olaylara karıştığı ve buna son vermesi gerektiği ifade edilmektedir; on beş gün kadar sonra söz konusu karara uyulmadığı için Yugoslavya’ya karşı ekonomik ambargo uygulama kararı alınmıştır. BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nin bu yönde, Yugoslavya’yı Bosna’daki olaylardan sorumlu tutan kararları mevcuttur. Yine USSM’nin Miloşeviç’e ve diğer Sırbistan yöneticilerine yönelttiği itham, soykırım ithamı idi. Bütün bunlar UAD’nin vermiş olduğu kararın, baştan planlanmış, siyasi bir karar olduğunu göstermektedir.
Bu kararla, UAD, Sırbistan’ı ilk kez soykırımla suçlanan bir ülke olmaktan kurtarmış, aklamış ve Avrupa Birliği’ne katılmasının yolunu açmıştır. Böylece Bosna’da yaşananlarda önemli ölçüde payı bulunan Avrupa ülkeleri ile müdahalede geciken ve hatta etkili müdahalede bulunmayan BM Güvenlik Konseyi’nin günahları da örtülmektedir. Batılı uluslararası kurumlar, ‘şark’ için her zaman ayrı bir standart uygulamayı becerebilmişlerdir. “Şarkta geçerli diploma”lardan “şark için geçerli adalet ve insan hakları anlayışları”na uzanan çizgi, Batılı zihniyetin hukuk krizini göstermektedir. Karşı karşıya olduğumuz sorun, hukuk kurallarından ve kurumlarından kaynaklanan bir sorun değil; bir hukuk algısı, hukuk zihniyeti sorunudur.
Paylaş
Tavsiye Et