DANIŞTAY’I basan İkinci Şemdinli yahut Üçüncü Susurluk Çetesi Türkiye’de laikçi terörü tırmandırırken, 33 ülkeden 133 bilim adamı İstanbul’da sessiz sedasız buluşup dünyaya nasıl düzen verilebileceğini tartıştılar. Bilim ve Sanat Vakfı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenledikleri üç günlük sempozyumda ‘medeniyet’ ve ‘düzen’ kavramları masaya yatırıldı. ABD’den Richard Falk ve Fred Dallmayr, Çin’den TU Weiming, Türkiye’den Halil İnalcık ve Ahmet Davutoğlu gibi isimlerin katıldığı oturumlarda, bu iki kavramın dinî, felsefî ve tarihî anlam ve çağrışımları tartışıldı.
Sempozyumu Yunus’un uzun zamandır dilimden düşmeyen dizeleriyle açtım: Kelecilerin bişirgil / Yaramazını şeşirgil / Sözün us ile düşürgil / Dimegil çoğ ide bir söz. (Kelimelerini pişir, yaramazlarını ayır, sözünü akıl ile düşür ve gereksiz yere uzatma.)
Medeniyet, tıpkı sınıf ve ulus gibi, iyi pişirilmesi gereken çiğ bir kelimedir. Siyaseti doğrudan etkileyen, uğruna can verilen stratejik kelimelerdir bunlar. Sınıfa yabancıydık, ulusu benimseyemedik; medeniyet “Türk’ün kara bahtına” ilaç olabilecek mi?
Şükür ki Medenî Değiliz!
Medeniyet ve düzen kelimeleri sempozyumun başlığında tekil değil, çoğul olarak kullanılmıştı: “Medeniyetler ve Dünya Düzenleri”. 1906 yılında, böyle bir sempozyuma ev sahipliği yapmak herhalde Londra veya Berlin’e yakışırdı. Londra, uluslararası sistemin düşüşteki hegemonik gücünü; Berlin ise, Londra’nın yerine göz diken yeni emperyal gücü temsil ediyordu. Fakat her iki şehirde de yapılacak sempozyumda ‘Medeniyet’ kelimesi çoğul değil, tekil yazılacaktı. Çünkü o zamanki anlayışa göre, medeniyet tekti ve Avrupa demekti. Dolayısıyla, “Dünya Düzeni” de Avrupalılardan sorulacaktı.
Avrupa bu fırsatı kaçırdı. Dünyaya değil, kendine bile düzen veremedi. Batı’dan ABD’nin, Doğu’dan Rusya ve Japonya’nın katkılarıyla, 20 yıl arayla öylesine yıkıcı iki savaşa tutuştu ki, akıl ve vicdanın nutku tutuldu. Aydınlanmış, modern, rasyonel, medenî söylemle hiç uyuşmayan bu iki girişim, aralarında en medenî olanın atom bombalı zaferiyle son buldu.
Herkes anladı ki, medenî demek, yıkım gücü en yüksek olan demekti! Dünya Düzeni artık bu güçten sorulacaktı. Fakat daha savaş enkazı tam kaldırılmadan, ABD ile Rusya arasında dehşet dengesi kuruldu. Nükleer güç, her iki merkeze, birbirlerini ve isterlerse bütün dünyayı yok etme kudreti verdi. Savaştan 20 yıl sonra, medeniyetlerin izini sürmek için binlerce yıl gerilere uzanan tarihçi Arnold Toynbee, insanlığın önünde iki yol var diyordu, sadece iki yol: Ya bir dünya hükümeti, yani küresel, kalıcı bir düzen veya bir tür kolektif intihar anlamına gelen nükleer yıkım. Ya düzen, ya yok oluş!
Ve işte 2006 yılındayız. Medeniyet ve Düzen Sempozyumu İstanbul’da yapılıyor. İstanbul, şükürler olsun, en medenîyi temsil etmiyor. Yıkım gücü en yüksek olanlar arasında değil! Böyle olduğu için, düzen kurma potansiyeli en yüksek merkezlerin başında geliyor. Sokaklarında 1000 yıllık Bizans, 600 yıllık Osmanlı barışının izleri var. Barışı hedeflemeyen, düzeni kuramaz!
İki Çiğ Kelime: Sınıf ve Ulus
19. yüzyıl Avrupa kapitalizminin başat sosyal grubu ve Avrupa sosyal biliminin anahtar kavramı “sınıf” idi; 20. yüzyıl dünya kapitalizminin motoru ve dünya sosyal biliminin anahtar kavramı ise “ulus” (daha doğrusu, ulus-devlet) oldu. 21. yüzyılda ise, hem jeopolitik gerçeklik, hem de toplumbilimsel analiz düzleminde “medeniyet” (daha doğrusu, medeniyetler) ön plana çıkmaya başladı. Türkiye’nin sınıfları yoktu; uluslaşma süreci ise aşılması imkânsız yapısal ve zihinsel engellerle doluydu. Medeniyet kavramı ve gerçekliği, Türkiye’nin 21. yüzyılda etkin bir sosyal ve jeopolitik güç olma şansını artırıyor.
Büyük düzenler, güçlü kavramlar etrafında kurulur. Bunlara “düzen kurucu mitler” diyebiliriz. En etkili mit, gerçekliği en fazla andıran yahut andırıyor hissini veren mittir. Son 200 yılda böyle iki mitimiz oldu; şimdi bir üçüncüsü diğerlerinin yerini almaya hazırlanıyor. 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin düzen kurucu miti “sınıf” idi. Bu kelimenin sadece radikallerce kullanıldığı sanılmasın. Muhafazakâr ve liberal aydınlar da en az toplumcular kadar sınıf kelimesine müptela idiler. O kadar ki, John Stuart Mill 1834’te şunları yazmak zorunda kalıyordu: “Aydınlarımız; toprak sahibi, kapitalist ve işçilerden oluşan ebedî daireleri içinde dönüyor ve toplumun böyle üç sınıfa bölünmüş olmasını, tıpkı günün gece ve gündüze bölünmesi gibi, Tanrı’nın buyruklarından biri sayıyorlar.”
Ortalama Türk insanının sınıf kavramına akıl erdirebileceğini sanmıyorum. Yaşanmayan gerçeklik, hissedilmez ve tanınmaz. Türkiye’nin esnafı olsa da, sınıfı yoktu. (Paradoks: Esnaf, sınıfın çoğuludur!) Sınıf demek, insan toplulukları arasındaki doğrudan ilişkilerin kopması demekti. Aracısız etkileşimin yerini, iş ve ücret gibi, amansız bir arz ve talep yasasına tâbi soğuk temas noktalarının alması demekti. İki insan olarak işçi ile işverenin artık birbirinin komşusu veya köylüsü; arkadaşı veya kardeşi değil, birbirlerine karşı anonim soyut varlıklar haline gelmesi demekti. İş için bir araya geliyor ve birbirlerini görmeden, birbirlerine dokunmadan ayrılıyorlardı. Bu anlamda bir sınıf gerçekliğine Türk toplumu bugün bile yabancıdır.
İkinci düzen kurucu mitimiz “ulus” oldu. Ulus olmak, hem sınıflaşmanın yıkıcı etkilerini bertaraf etmek; hem de ayrı ayrı ayakta durması artık imkânsız hâle gelen küçük çaplı siyasaların bütünleştirilerek güçlendirilmesi demekti. Bunun başarılabilmesi için, ulusu oluşturan parçalardan her birinin kendine özgü mitlerini yok etmek gerekiyordu. Mazzini, “İtalya’yı yarattık; şimdi sıra İtalyanları yaratmaya geldi!” derken; Venedik veya Floransa tarihine özgü inanç ve hatıraların yerine, İtalyan olmaya dair daha büyük anlatıların konması gerektiğini söylüyordu. Büyük İtalya veya Büyük Almanya için, büyük mitlere ihtiyaç vardı.
Yirminci yüzyıl, uluslar, ulus-devletler yüzyılı oldu. Avrupa’da uluslar kristalleşti. Ulusluk, sınıflığa üstün geldi. Avrupa dışındaki toplumlar da, Avrupa gibi güçlü olabilmek için, uluslaşmalarının kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başladılar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran aydın-bürokrat kadronun “muasır medeniyet seviyesine yükselmek” dediği şey, esas olarak Avrupaî tarzda bir ulus olabilmekti.
Yirminci yüzyılda, uluslaşma bağlamında iki temel gelişme oldu.
Başta Almanlar olmak üzere, ulusluğunu tamamlayan Avrupa halkları, ulusun ötesine geçmeye çalıştılar. Ulus elbisesi, ulus olmayı başaran topluluklara dar gelmeye başladı. Bunun hiç şüphesiz kapitalizmin doğasıyla yakın irtibatı vardır. Her ulus (yahut her ulusun egemen sınıfı), kendi hayat sahasını genişletme peşine düştü. Bu arayış Avrupa uluslarını 20 yıl arayla iki dünya savaşına sürükledi. Sonunda Avrupa ikiye bölündü: Bir parçası Washington’a, diğer parçası Moskova’ya bağlandı. Bunun üzerine, daha farklı bir “ulusluğu aşma” projesi hazırlandı. Avrupa ulusları, uluslararası sistemin merkezine yeniden yürüyebilmek için, Avrupa ulusunu kurmaya yöneldiler.
Avrupa-dışı toplumların halkları, uluslaşabilmek için, daha önceki büyük mitlerinden kurtulma; kendilerine küçük küçük yeni mitler yaratma peşine düştüler. Avrupa ulusları yerel mitlerden uzaklaşıp, daha çaplı ulusal mitlere yönelmişken; diyelim ki Osmanlı Devleti’nin bağrından çıkan 30 dolayında halk, İslam öncesine dair mitler yaratmaya yöneldiler. Türkiye’de Sümerbank, Etibank gibi adlandırmalar gerçekte birer mit kurma girişimidir.
Özetle, Avrupa ulusları, küçük toplulukların bütünleşmesiyle oluştu. Küçük, yerel mitler terk edildi; büyük, ulusal mitler yaratıldı. Türkiye dâhil Orta Doğu ulusları ise, büyük bir siyasanın dilimlere bölünmesiyle oluşturuldu. Bunun için büyük, evrensel mitler terk edildi; küçük, ulusal mitler yaratıldı. Kısaca düzen kurucu bir mit olarak ulus, Avrupa toplumları için yükseliş; Orta Doğu toplumları içinse alçalış demekti. Bu ikisi arasındaki yüksek gerilimi Türkiye’de hâlâ yaşıyoruz.
Tarihin Sonunda Medeniyetler Geçidi
21. yüzyıl yeni bir mit ile teşrif etti: Medeniyet. Tuhaftır, önce “Tarihin Sonu” ilan edildi. Başkan Bush, “Yeni Dünya Düzeni”ni haber verdi. Tam bu ikisini birbirine bağlayacakken, Huntington’ın atomdan beter bombası her şeyi alt üst etti. Tarihin sonunu kabul etseydik, insanoğlunun ideolojik arayışının son bulduğunu; Avrupalının sınıf ve ulus tecrübesinden çıkarılan liberal-demokratik yönetim değerlerinin evrenselliğini onaylamış olacaktık.
Huntington, medeniyetten değil; medeniyetlerden söz ediyordu. Gerçi ondan çok önce, Spengler, Toynbee, Sorokin gibi tarihçiler de medeniyetlerden söz etmişlerdi. Fakat Batı sosyal bilimi bunlara kötümser damgası vurmuş, adeta bilim dışı ilan etmiş, bir tür karantinaya almıştı. Bir siyaset bilimcinin, bir uluslararası ilişkiler uzmanının medeniyetlerden söz etmesi alışılmış bir şey değildi.
Böylece “medeniyet”, çatışma kavramıyla beraber de olsa, sosyo-politik tartışmaların yeni miti oldu. 19. yüzyılda Marx, sınıfları çatıştırıyordu. 21. yüzyılda Huntington, medeniyetleri çatıştırmak istiyor.
Ben medeniyeti, bir dünya görüşünün politik bir sistemle bütünleşmesi olarak anlıyorum. Konfüçyanizm gibi adeta metafiziği olmayan bir dünya görüşü bile, politik sistemle iç içe geçtiği için, Çin medeniyetinin harcı olabildi. Metafizik içeriği çok zengin olmakla beraber, Taoizm daha marjinal kaldı; çünkü politik sistemle örtüşemedi. Budizm’in Aşoka devletiyle, Zerdüşt öğretisinin Sasanî siyasasıyla, Yunan felsefesinin İskender Devleti ve Roma ile, İslamiyetin Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı siyasaları ile ilişkisi böyle bir bağlamda anlam kazanır.
Cemiyet-i Akvam ve Birleşmiş Milletler denemelerine rağmen, uluslar-arası bir dünya düzenimiz olmadı. Ne ekonomik, ne de siyasî ve askerî bakımlardan, dengeli bir düzen söz konusudur. Kâğıt üzerinde bütün uluslar birbirine eşit; fakat fiiliyatta birkaç tanesi çok daha eşittir. Dünya nüfusunun dörtte birini temsil eden Müslümanlar, beşte birini oluşturan Hintliler BM Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmemektedir. Birleşmiş Milletler icra gücü bakımından bir anlamda Güvenlik Konseyi demektir ve konseyin beş daimî üyesinden üçü (ABD, İngiltere ve Fransa) Batılı, bir tanesi de (Rusya) Hıristiyan olması hasebiyle aynı yakanın sakinidir. Sadece Batı yakasına yontan bir düzenleme ile kalıcı bir dünya düzeni oluşturulamaz. Medeniyet miti bu bakımdan, sınıf ve ulus mitlerine kıyasla daha düzen kurucu bir işleve sahip olabilir. Uluslar-arası yerine medeniyetler-arası bir düzen, bugünkü dışlanmışların gerçek temsil gücünü arttırabilir.
Medeniyetler ve Dünya Düzenleri Sempozyumu’nun en ilginç ve etkileyici konuşmacılarından biri, Çinli felsefe tarihçisi Tu Weiming idi. Harvard’da Konfüçyen felsefe tarihi okutan Tu, en fazla sempozyuma gençlerin gösterdiği ilgiden etkilendi. “Bizim ve Amerikalıların bu yaşlardaki çocukları eğlenceden başka bir şey düşünmezler. Türklerin düşünce dünyasına ilgisi çok yüksek. Bu dinamizm devam ederse, 2030’larda Avrupa Birliği, Türkiye’ye katılmak için başvuruda bulunabilir!”
Gençlerimizin düşünsel konulara ilgisi basit bir merak değil, bir ölüm kalım meselesidir. Biliyor veya en azından hissediyorlar ki, AB yolculuğuna çıkmış bir Türkiye ya “yaşlı” Avrupa’nın Asya’ya açılış köprüsü olacak; ya da Avrupa’yı emniyete alarak Asya’ya açılan yenilenmiş bir güç. Türkiye, ya ulusçuluk bataklığında dibi bularak kendi üstüne çökecek; ya da medeniyet derinliğine doğru genişleyerek yeni bir Nizam-ı Âlem kuracaktır.
Paylaş
Tavsiye Et