PİYASALAR sallandıkça, sorular çoğalıyor: Hani Türkiye ekonomisi istikrara kavuşmuştu? Bir ayda YTL üçte bir değer kaybetti. Önümüzdeki bir, iki, üç ay içinde neler olabileceğini ise hiç kimse tahmin edemiyor. Hep böyle diken üstünde mi yaşayacağız? Ne olacak bu işin sonu?
Bu işin sonu yok abiler; artık hep böyle olacak. Arada bir kısa dönemli istikrar molaları vereceğiz, o kadar! Eskiden istikrar esas, dalgalanmalar arıziydi. Yeni dünya ekonomisinde ise dalga esas, sükûnet geçicidir. Türkiye de ‘liberalleşme’ yaftası altında, bu ekonominin bütün kaprislerine maruz kalmayı hak edecek bir tutum içindedir.
Peki, eski ile yeninin sınırı ne? O, istikrarın hâkim olduğu eski dünya ekonomisi ne zaman vardı; yenisine ne zaman ve nasıl geçildi? Sınır çizgisi 1971-73. İktisatçı deyişiyle, Bretton-Woods Sisteminin (BWS) tarihe karıştığı uğrak. (Şimdi 2. BWS’nden söz ediyor iktisatçılar!) Bu uğraktan önce, millî paralar mutlaka altına (daha önceleri altın ve gümüşe) bağlı idiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD öylesine büyük bir zaferle ayrıldı ki, dolar bir anlamda tek küresel para haline geldi. Dünyanın bütün paraları dolara, dolar ise altına endekslendi.
1960’lara kadar bütün ülkeler bu sistemden memnundu. Ne zaman ki, Batı Avrupa ve Japon ekonomileri “küresel pazarda biz de varız!” demeye başladılar, işler sarpa sardı. Gelişen Batı Avrupa ve Japon ekonomileri ihracat yaptıkça, dolar kazandılar. Ellerinde biriken dolarların bir kısmıyla altın almaya başladılar (şimdi Çin’in yaptığı gibi!), diğer kısmını likit varlık olarak tuttular. Onlar altın aldıkça, ABD’nin altın stokları eridi. Düşünün: Bir yandan ABD’de altın azalıyor, diğer yandan ABD dışında dolar çoğalıyor. Bu durumda doların altına endeksli kalması mümkün olur mu?
1970’e doğru kuşkular iyice artmaya başladı: Acaba elimizde biriken dolarların altın karşılığı var mı? ABD 1971 yılında altın gişesinin kapandığını resmen açıkladı. Yani artık dolar karşılığında kimseye altın vermeyi taahhüt etmiyordu. Altın fiyatları tırmanmaya başladı. Ons başına 35-40 dolar olan altın, iki yılda 200 dolar civarına yükseldi. Böylece ABD’nin dış dünyaya olan altın ‘borcunun’ miktarı dörtte bire indi. (Elinde 35-40 milyon doları olan bir şirket veya devlet, 1971 öncesinde 1 milyon ons altına sahip olduğunu; bunu dilediği zaman Amerikan devletinden tahsil edebileceğini sanıyordu. 1973’te bu alacak 200-250 bin ons altına geriledi.)
Bu yüzden, 1971-73’ten günümüze kadar sürüp gelen dönem küresel bir finans terörü dönemidir. Teröristleri Afgan dağlarında filan aramanın faydası yoktur. Son Türkiye krizi de gösterdi ki, Londra, Frankfurt veya New York gökdelenlerindeki finans uzmanları, mevhum El Kaide teröristlerinden bin misli daha tahripkârdırlar.
Küresel Finans Terörü, insanlık tarihinde yepyeni bir safhadır. Önceki yüzyıllarda, eşyanın ölçüsü çok, eşya değerinin ölçüsü tekti. Mesela 1600’lerde Avrupa’da 100’ün üzerinde uzunluk ölçüsü; 80’in üzerinde ağırlık ölçüsü kullanılırdı. Şimdi sadece Avrupa’nın değil, dünyanın her yerinde kullandığımız bir tek metre ve kilogramımız var. Buna karşılık, 1600’lerde Avrupa’da ve bütün dünyada esas olarak bir tek para ölçüsü vardı: Değerli maden (altın ve/veya gümüş.) Kapitalizm, eşyanın ölçüsünü tekleştirdi; değerin ölçüsünde ise ölçüyü kaçırdı: Bugün 170 dolayında para birimimiz var ve hiçbiri herhangi bir değerli madene endeksli değil. Dalgalı bir okyanusta yüzüyoruz.
Taşlar Bağlı, İtler Serbest
Benim finans terörü dediğim evreye, uzmanlar finansal küreselleşme diyorlar. Finansal küreselleşmenin alamet-i farikası ne? 1982’den beri ardı arkası kesilmeyen finansal krizler. Önce Latin Amerika, 1990’larda ise Doğu Asya, Rusya ve Türkiye finans krizlerine abone oldu. Stiglitz, Feldstein ve Rodrik gibi iktisatçıların da işaret ettikleri gibi, ne İMF ne de sözde “uluslararası finansal mimari” krize maruz ülkelere omuz verebiliyor. Feldstein, her ülkenin ancak kendine hayrının dokunabileceğini; bunun yolunun da “likit kalmak”tan geçtiğini belirtiyor.
Likit kalmanın iki ana yolu var: Ya kısa vadeli borçlarınızı azaltacaksınız; ya da döviz rezervlerinizi yüksek tutacaksınız. The Economist dergisinin 7 Temmuz 2006 tarihli sayısından bazı ülkelerin döviz rezervlerini ve cari işlem dengelerini aktarıyorum (Milyar $):
Ülke Döviz Cari İşlem
Rezervi Dengesi
Tayvan 261 +18
Rusya 239 +92
G. Kore 225 +9
Hindistan 157 -13
Singapur 129 +36
Hong Kong 127 +20
Meksika 78 -1
Malezya 75 +20
Türkiye 60 -27
Brezilya 57 +13
Bir ülkenin döviz rezervinin yüksek olması ilk elde çok çekici gözükebilir. Fakat bunun maliyetini de hesaba katmalıyız. Çin ve diğer bazı ülkeler, ticaret (ve cari işlem) fazlasına sahip olduklarından, onlar için yabancı paranın maliyeti çok yüksek olmayabilir. Belki kazandıkları parayı düşük getiriyle değerlendirmekten ötürü, bir tür “kârdan zarar” ediyor olabilirler. Fakat aylık cari işlem açığı 3 milyar doları bulmaya başlayan Türkiye gibi ülkeler için, döviz rezervindeki artış, giderek artan bir maliyet demektir. Dani Rodrik’in hesabı doğruysa, “gelişmekte olan ülkelerin bu türden maliyetleri, yıllık mal ve hizmet kazançlarının (GSYİH) yüzde birine ulaşmış bulunuyor.”
Rodrik’in çalışması başka bir çarpıcı gerçeği ortaya çıkarıyor: Bu gruptaki ülkelerin tuttukları (tutmak zorunda kaldıkları) döviz rezervlerinin GSYİH’ye oranı %30’lara yaklaşmış bulunuyor. Bu oran 2000’de %20, 1990’da %8, 1980’de %6, 1970’te %3, 1960’ta %2 dolayındaydı. Gelişmiş ekonomilerde bu oran 1960-2005 arasında %2’den %4’e yükselirken; gelişmekte olan ekonomilerde %2’den %30’a yükseldi. Bu ülkelerin, kendilerini küresel finans dalgalarına karşı korumak için ne kadar yüksek bir bedel ödedikleri açık, değil mi?
Liberalleri lafla alt etmenin imkânsız olduğunu biliyorum. Liberal bir düzen, ister ulusal ister küresel kademede olsun, daha yüksek bir ekonomik değer üretir. Bunu teoride de, pratikte de kanıtlamak mümkün. Problem şu ki, bu yaratılan fazla değer, içeride kişiler/firmalar arasında; dünyada ise ülkeler arasında, giderek daha eşitsiz biçimde paylaşılıyor. Gelişmekte olan ülkelerin bazı şirketleri finansal küreselleşmeden yarar sağlasa da, ulusal sistemin diğer unsurları ağır bir bedel ödüyor. Bunu Dani Rodrik’in bir örneği ile izah edelim:
Türkiye benzeri bir ülkenin herhangi bir şirket veya bankasının, yurt dışından 1 milyon dolarlık bir kısa vadeli kredi temin ettiğini düşünelim. Dış şoklara karşı tedbirli olmak için, ülkenin Merkez Bankası (MB) kendi döviz rezervini eşit miktarda ayarlamak zorundadır. Alışılagelmiş strateji şudur: (a) MB iç finans pazarından 1 milyon dolar satın alarak bunu Amerikan hazine kâğıdı veya başka bir kısa vadeli enstrümana yatırır; (b) iç para arzına müdahalesinin etkilerini “sterilize etmek için” ise özel sektöre aynı değerde hazine kâğıdı satar. Sonuçta, özel sektörün dışarıya 1 milyon dolar borcu, bunu dengeleyecek şekilde de kendi hükümetinden 1 milyon dolar alacağı olur. MB’nin ise (mevcuda ilave olarak) 1 milyon dolar yabancı varlık rezervi, buna karşılık stokundaki millî hazine kâğıtlarında 1 milyon dolarlık eksilme olur.
İmdi, her ne kadar bir Türk şirket veya bankası dışarıdan 1 milyon dolar borç bularak belki çok önemli bir girişimini finanse etmiş olsa da, bir bütün olarak ulusal ekonomiye dışarıdan net bir finans girişi olmamıştır. Şirketin getirdiği miktarı, MB yabancı varlıklara geri yatırmıştır. İkincisi, kısa vadeli dış borç özel sektörün toplam yatırım kapasitesini arttırmamıştır; zira başka bir özel sektör şirketi, aynı miktarda bir kaynağı reel yatırıma değil, ulusal hazine kâğıdına yatırmıştır.
Dananın kuyruğunun koptuğu yer ise şurası: Dışarıya borçlanan şirket veya bankanın ödeyeceği faiz maliyeti ile, MB’nin dışarıda değerlendirdiği aynı miktardaki kaynağın faiz getirisi eşit değildir. Birinci, ikinciden her zaman birkaç puan yüksektir. İşte bu, bir bütün olarak, toplumun dışarıya borçlanan özel şirket için ödediği bedeldir. Dani Rodrik bu bedelin “gelişmekte olan ülkeler” için GSYİH’nin %1’i olduğunu hesaplasa da, Türkiye için çok daha yüksek olduğuna şüphe yoktur. Küresel finans liberalizmi, toplumun canına okumak için özel şirket ve bankaların dizginlerini koparmak demektir. Nasrettin Hoca bu durumu görseydi, “taşları bağlamış, itleri salıvermişler” derdi.
Vurkaç Sermaye, Vurur ve Kaçar
Tecrübeli bir bankacı ile son finans şokunu konuşuyoruz. “Türkiye’den bu kadar fazla paranın bir anda çekileceğini bekliyor muydunuz?” diyorum. Gülüyor. “Beklemiyordum, biliyordum!” diyor. Şaşırıyorum. O büyük bir rahatlıkla devam ediyor: “Şu gün, şu saatte çekileceğini elbette bilmiyordum. Fakat çekileceğini, hem de aniden çekileceğini adım gibi biliyordum. Vurkaç sermayenin doğasında var bu. Vurur ve kaçar!”
Bir hafta önce, Londra’da katıldığı bir uluslararası finans toplantısını anlattı. ABD ve Avrupa’daki büyük fonların, önde gelen gelişmekte olan ülke pazarlarından (emerging markets) sorumlu uzmanlarının katıldığı bir toplantı. Aralarında çok sayıda genç Türk (Jöntürk?) var. “Hepsinin ortak vasfı, Türkiye toplum ve ekonomisi hakkındaki cehaletleriydi. Bir iki sözde uzman ve bankanın hazırladığı sığ raporlara veya Batı basınında Türkiye hakkında çıkan çarpık haberlere bakarak pozisyon belirleyen ukalalar!” Meselenin bu kadar basit olmadığını söyleyecek oluyorum, kızıyor: “Mesele basit demiyorum, adamlar basit! Türkiye’yi yönetenler ya çok akıllı olmalı, ya da sözünü ettiğim tiplerden daha cahil. İkisinin ortası olunca, işler sarpa sarıyor.”
Uzmanımıza göre, dünyada 15-16 trilyon dolar civarında dolaşan sermaye var. Bunun %90’ı başta ABD olmak üzere güvenli pazarlarda yuvalanıyor. “Geriye kalanını genç finans kurtlarına teslim edip, bizim gibi ülkelere yönlendirmişler. Bunların akletme tarzını kavramaz, konuştukları dilin şifresini çözemez isek, kendimizi koruyabilme imkânımız olmaz.”
Karl Polanyi 100 yıl öncesinin finans kurtlarının dünyanın siyasî ve ekonomik örgütlenmesi arasındaki ana bağlantı olduğunu söylüyordu: “Avrupa Konseri ancak aralıklarla eyleme geçerken, yüksek finans en esnek türden bir daimî amil (agency) işlevini görüyordu. En güçlüsü de dâhil olmak üzere, bütün hükümetlerden bağımsız ve hepsiyle temas halindeydi; Bank of England dâhil, bütün merkez bankalarından bağımsız, ama hepsiyle yakından bağlantılıydı. Finans ile diplomasi arasında yakın temas vardı; hiçbiri diğerinin gönlünü almadan, ister barışa ister savaşa yönelik herhangi bir uzun vadeli plan yapamazdı. Bununla beraber, umumi barışın başarıyla sürdürülmesi şüphe götürmez biçimde uluslararası finansın konum, organizasyon ve tekniklerinde yatıyordu.”
Peki, kimlerden oluşuyordu bu haute finance? Sanılanın aksine, pek anonim bir topluluk değildi. Elbette orta yerde çok sayıda kişi ve kurum adı dolaşıyordu. Fakat finans sisteminin merkezinde devler vardı ve her şey onlardan sorulurdu. “Rotschildler hiçbir hükümete tâbi değildiler; bir aile olarak soyut beynelmilelcilik ilkesini ete kemiğe büründürmüşlerdi; sadakatleri bir firmaya idi: Kredisi, hızla büyümekte olan bir dünya ekonomisinde siyasi yönetimle endüstriyel çabalar arasındaki biricik hükümetlerüstü bağ haline gelmiş olan bir firma. Son kertede, bunların bağımsızlığı devrin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu; hem ulusal devlet adamlarının hem de uluslararası yatırımcıların güvenini yönlendiren egemen bir amile talep vardı; Avrupa başkentlerinde ikamet eden Yahudi bankacılar hanedanının metafizik ülke-ötesiciliği bu hayatî ihtiyaca neredeyse tam bir çözüm getiriyordu.”
Polanyi’nin eseri (Büyük Dönüşüm, 1944) bir bakıma Hilferding ile Hobson’ın emperyalizm/yüksek finans ilişkisine dair çalışmalarını tamamlıyordu. Hobson’a göre, Rotschildlerin rızası olmadan hiçbir Avrupa devleti büyük bir savaş başlatamaz, hiç kimse de külliyetli bir devlet kredisi açamazdı. Millî devletlerin politikalarını bunlar manipüle ediyordu. Tarihçiler beynelmilel finans gücünün nevzuhur bir icat olmadığını söylüyorlar. Rotschildler, 16. yüzyılda Cenevizlilerin, 17-18. yüzyıllarda Hollandalıların kapitalist dünya sisteminde oynadıkları rolü 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında oynadılar. 21. yüzyıl başlarındaysa aynı rolü Soroslar ve Jöntürkler oynuyor.
Bu bilgi yığını ve analizin sadra şifa olup olmadığını sorabilirsiniz. Küresel liberalizmin güçlülerin silahı olduğunu akledebilirsek, bir çıkış yolu bulabiliriz. Finans krizinden önce, akıl krizimizi aşmalıyız.
Paylaş
Tavsiye Et