ART arda yaşadıkları finansal krizler, sosyo-politik istikrarsızlık ve Amerikan dış politikasında sahip oldukları önem nedeniyle, son otuz yıldır uluslararası ekonomi kuruluşlarının ve özellikle de İMF’nin ana uğraş alanını oluşturan üç ülke Arjantin, Brezilya ve Türkiye. Kabaca eşzamanlı olarak maruz kaldıkları ekonomik krizlerin bedelini, standart yapısal uyum programları çerçevesinde ulusal sosyo-ekonomik egemenlik alanlarının giderek daraltılması ile ödeyen bu ülkeler, 2000-2001 dönemindeki son krizden sonra İMF ile ilişkilerinde bir yol ayrımına yöneldiler. Ekonomik krizin en sert vurduğu Arjantin, hem İMF, hem de uluslararası finans gruplarına meydan okurcasına tarihin en kompleks borç erteleme operasyonunu hayata geçirirken; İMF’nin müzmin ve itirazsız bağımlısı olarak bilinen Brezilya, Mart 2005 sonunda İMF sisteminden ayrılma hazırlığında. Türkiye ise üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması ile bu üçlü içinde en mutedil görünüm arz edeni.
İşte bu bağlamda, 1960’lardan beri ithal ikamesi politikaları, döviz darboğazları, ekonomik liberalizasyon sıkıntıları, askerî müdahaleler ve tekrarlanan finansal krizler sonucu, ekonomi politikasına gittikçe artan İMF müdahalesini kanıksayan bu ülkelerin stratejik bir ayrışma noktasına ulaşmasının ekonomi-politik nedenlerini araştırmak gerekiyor. 2000’li yıllara başlarken, gelişmekte olan piyasalar sistemik krizlerle derinden sarsıldı. Bu ülkelerin o dönemlerdeki yapısı, yerel popülist siyaset mekanizmalarıyla uluslararası kreditörler ve İMF arasındaki edilgen nitelikteki ilişkilerin, kısa vadeli siyasal rant dağıtım şebekeleri ile birleşmesinden müteşekkil hale gelmişti. Yaşanan krizler; Arjantin’de, Brezilya’da ve Türkiye’deki bu kokuşmuş yapıların çökmesini sağladı. Sonuçta son yirmi yıla damgasını vuran ortodoks neoliberal ekonomik politikalar kadar, bunların lokal taşıyıcılığını ve savunuculuğunu yapan siyasî hareketler de şiddetli toplumsal tepkiler görerek tamamen tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Krizin etkisini en derinden hisseden Arjantin’de uluslararası sermaye ve liberal siyasilere karşı sokaklara taşan halkın öfkesi, sosyal yapıları göreceli olarak daha az etkilenen Brezilya’da eski radikal işçi temsilcisi Lula’nın başkanlığa seçilmesi, Türkiye’de ise henüz kurulan AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle somut bir tepkiye dönüşmüş oldu. Bu anlamda üç ülke de sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda kriz sonrası yaraların sarılacağı bir restorasyon dönemine girmiş oldular.
İMF’nin ısrarla önerdiği riskli yüksek ve sabit kur rejimini sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda uygulamada tutarak ciddi bir finansal krize ‘göz göre göre’ sürüklenen Arjantin, haftada bir başkanın değiştiği siyasî kaos döneminin ardından Nestor Kirchner yönetiminde bir toparlanma hamlesi başlattı. 2002’de %11 oranında azalan milli gelir, 2003’te %9, 2004’te de %8 artış gösterdi; 2005’te ise yaklaşık %5 artacağı tahmin ediliyor. Kirchner yönetimi, İMF ve yabancı kreditörlerin tavsiyelerinin tam aksine, rekabete dayalı bir düşük kur rejimi ile iç tüketimi canlandırma politikalarını izledi ve ekonomi adeta küllerinden tekrar yükseldi. Halihazırda ihracat hızla artmakta, işsizlik oranında ciddi düşüş var ve hem cari işlemler, hem de bütçe fazla veriyor; ki bu yakın zamanda bir krizin beklenmemesi gerektiğine işaret.
Ancak tüm bu olumlu göstergelerin yanında Arjantin yönetiminin attığı cesur bir adım var ki, gelişmekte olan ülkeler ile uluslararası ekonomik kuruluşlar ve özellikle de İMF arasındaki ilişkilerin gelecekteki seyrine etkisi bakımından büyük önem taşıyor. Bilindiği gibi Arjantin 2001 yılında moratoryum ilan etti ve 100 milyar dolar civarındaki borçlarını servis etme imkanı olmadığını açıkladı. Çoğunluğu devlet bonosu yoluyla yaklaşık 700 bin kişi ya da kurumdan alınan borçların ödenmesi noktasında sol eğilimli Kirchner yönetimi tek taraflı ve pazarlıksız bir yaklaşım sergileyerek her 1 dolar başına ancak 25 cent ödeyebileceğini bildirdi. Uluslararası finans kuruluşlarını ayağa kaldıran ve şu ana kadar borçlarını ödeme sıkıntısı yaşayan ülkelerin apolojetik tavırlarının ötesinde global kredi kurallarına meydan okuyan teklif geniş yankı uyandırdı. Üstelik, uluslararası kreditörlere bayrak açıp ‘ya %25 ya hiç’ teklifini kabul için şantaj yapmakla suçlanan Arjantin yönetimi, kredi sahiplerinin üçte ikisinin kabulü durumunda bundan sonra uluslararası finans piyasalarına girerken hiçbir yaptırımla da karşılaşmayabilecek. Dünyanın şu ana kadarki en büyük ve karmaşık borç takası ile ilgili eleştirileri yanıtlayan Ekonomi Bakanı Lavagna’nın cevabı ise kayda değer: “Ekonomik kalkınmayı zedelemeden ve sosyal standartlarımızdan fedakarlık yapmadan ancak bu kadar ödeme yapabiliriz.”
Latin Amerika’nın krizlerle yoğrulmaya alışmış diğer bir ülkesi Brezilya’da ise İMF’nin neoliberal politika önerilerini harfiyen uygulayan bir zamanların meşhur sol entelektüeli Fernando Cardoso’nun yerine Lula da Silva’nın başkan olmasıyla bir yeniden yapılanma sürecinin başladığını görüyoruz. Tıpkı AKP gibi 2002 yılında ‘sivil devrim’ diye algılanan açık farklı bir seçim zaferiyle başkanlığa seçilen İşçi Partisi lideri ve ünlü sendika aktivisti Lula liderliğindeki yönetim, Brezilya’nın dünya sistemi nazarındaki konumunu ve uluslararası ekonomik kuruluşlarla ilişkilerini yeniden tanımlamak için sistemli bir çalışma yürütmekte. Dar gelirli kitlelerin büyük ümit bağladığı Lula yönetiminin uluslararası sermayeye ve özelde İMF’ye yaklaşımında ilk etapta AKP benzeri tedbirli ve oturmuş sosyo-ekonomik dengeleri altüst etmekten kaçınan bir yaklaşım göze çarpıyor. Fakat buradaki temel farklılık, Lula yönetiminin orta vadeli bir strateji izleyerek İMF ile kredi ilişkisinden tedrici olarak çıkmakta gösterdiği kararlılıkta yatıyor. Yürürlükte olan stand-by anlaşmasına rağmen Eylül 2003’ten beri İMF’den kredi almayan Brezilya, anlaşmanın sona ereceği Mart 2005’ten sonra İMF ile ilişkisini bitirecek. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında köprü olma misyonunu gönüllü olarak üstlenen Lula’nın eşzamanlı olarak Davos ve Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Ekonomik ve Sosyal Forumları’nın ikisine birden katılan tek siyasî lider olduğunu belirtmekte fayda var.
Arjantin ve Brezilya örneklerinde görülen stratejik açılımların aksine, Türkiye’nin tek partili AKP hükümeti döneminde İMF ile ilişkilerinde daha muhafazakâr bir tutum gözleniyor. İmza aşamasına yaklaşan ve 10 milyar dolarlık bir kaynağa istisnaî ulaşım hakkı içeren yeni üç yıllık stand-by anlaşmasının Teşvik Yasası gibi konular sonuçlandırıldıktan sonra yürürlüğe girerek İMF’nin yüksek faiz dışı fazla, kamu borç stokunun eritilmesi, sıkı para ve maliye politikaları gibi öncelikleri etrafında tavizsiz uygulanması muhtemel. Ancak şu ana kadar AKP hükümetinin sapma yapmadan izlediği yapısal uyum programlarına rağmen cari açık, borç yükü, işsizlik, kayıt dışı ekonomi, gelir dağılımındaki çarpıklık gibi sorunların çözümünde fazlaca bir mesafe alınamadığı biliniyor. Bu bakımdan, geniş perspektifli stratejik değerlendirmelere dayanmayan, iyi zamanlanmamış ve cesur politika adımları atılmadan yapılan geniş tabanlı bir kalkınma hareketinin başarıya ulaşamayacağının görülmesi gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et