ÇİN son dönemlerde yeryüzünde en fazla konuşulan ve tartışılan ekonomi olarak dünya iktisadî hayatında yerini aldı. Çin’in, özellikle son 20 yıl içerisinde yakalamış olduğu yüksek kalkınma hızı tüm dünyanın dikkatini bu ülkeye yöneltmesine sebep oldu. Bu gelişme, yakın zamanlara kadar ihracata yönelik yatırımlar ve doğrudan yabancı yatırımlarının büyüklüğüyle alakalı görülüyordu. Ancak Çin’in kalkınmasına ilişkin incelemelerde bir şey dikkati çekiyor: Birbiriyle uzlaşmaz gibi görünen Komünist sistemin içerisine liberal ekonomik yapının yerleştirilmesi... Gerçekten de 1970’li yılların sonlarında başlayan bir hareketle, merkezî planlamaya dayanan ekonomi, kademeli bir biçimde serbest pazar ekonomisine dönüştürülmeye başlandı. Çin’in bugün geldiği nokta ise, 1,26 trilyon dolarlık bir GSYİH ile dünyanın en büyük ekonomileri arasına katılma yolunda ilerleyen ve dünya ticaret hacmi içerisinde önemli bir yere sahip olan bir ülke konumudur. 2002 yılı rakamlarına göre Çin, dünyadaki toplam ihracatın %6,6’sını, ithalatın ise %5,7’sini gerçekleştirdi. 2004 yılına gelindiğinde, Çin ekonomisinin çok hızlı ve aşırı büyümesinin tehlikeli olduğu iktisatçılar arasında tartışılmaya başlandı.
Çin ekonomisinin bu derece hızlı gelişmesindeki en önemli etkenlerin başında, siyasî ve iktisadî istikrarın olduğu yerleri seven doğrudan yabancı yatırımlar geliyor. Riskin minimum seviyelerde olduğu ve yatırımcıların geleceği öngörebildiği mekanlar, ucuz maliyet kalemleri gibi cazip imkanlara da sahipse, bu tür yatırımları çekebilmektedir. İşte Çin’de ekonomiyi harekete geçiren iki etmenli yapı buna imkan tanıyor: Bir tarafta otoriter bir yapının getirdiği siyasî ve iktisadî istikrar ile ucuz maliyetler; diğer tarafta da bu yapı tarafından desteklenen liberal bir iktisadî hareketlilik... Bunlar, Çin’in büyümesinde birbirini tamamlayan en önemli iki faktör olarak görülüyor.
İthal ikameci bir politika takip eden başarısız Güney Amerika örneği ile kıyaslandığında, Çin’in başarısının ardında yatan husus, söz konusu bu yapıdır. Çin kadar olmasa da, diğer Asya ülkeleri de uzun yıllar yüksek büyüme oranları ile hızlı bir kalkınma modu yakaladılar. Bu bölgeye özgün kalkınma sisteminin iki temel özelliği vardır: Disiplin ve sübvansiyon. İstikrar ve disiplin bir bütün olarak ele alınırsa, ihracat teşvikleri de önemli sübvansiyon birimlerini teşkil etmektedir.
Totaliter bir yapı içinde böylesine yüksek bir büyüme oranının yakalanması ve büyümenin de büyük ölçüde ihracata yönelik yatırımlarla gerçekleşmesi bir kısım iktisadî çevreler tarafından tehdit olarak algılanırken, diğer bir kesim tarafından bulunmaz bir fırsat olarak değerlendiriliyor. İstikrar, disiplin ve sübvansiyonun bulunduğu bir ortam, doğrudan yabancı yatırımlar için bir cennet olarak kabul edilebilir. Ancak bunun arka planında yatan bazı gerçeklere de göz atmakta fayda olacaktır. Örneğin, Güney Kore’de içme sularındaki kirlenme ve Seul’deki sülfürdioksit oranının yüksekliği gibi sonuçlar çevreye zarar veren hızlı sanayileşme ile yakından ilişkilidir. Açıkçası, bu çevre sorunlarının ortaya çıkışının, buralara yapılan yatırımların büyük bölümünün çeşitli düzenlemeler dolayısıyla yerkürenin diğer bölgelerine yapılamayışıyla doğrudan ilintili olduğu söylenebilir. Aynı şey Çin için de söz konusudur: Hızlı büyüme ülkeyi karbondioksit emisyonu bakımından dünyanın en önde gelen ülkeleri arasına, ikinci sıraya yerleştirdi.
Ülke ekonomisi her ne kadar dışa dönük büyüme modeli etrafında gelişiyorsa da, son yıllarda içe yönelik yatırımlarda hızlı bir artış olduğu görülüyor. Bu da özellikle altyapı yatırımlarında kendini gösteriyor. Çin’in ulaştığı yüksek büyüme rakamları bu ekonominin aşırı ısınıyor olabileceğine dair endişeleri gündeme getirdi. Buna ilişkin alınacak önlemler konusunda çeşitli beklentiler oldu. Ancak, hükümetin ekonomiyi soğutma yönünde almış olduğu tedbirler çimento, alüminyum, demir-çelik ve otomotiv sektörlerindeki büyümeyi kısma yönünde olmuştur.
Ülkedeki yatırımları motive eden etkenlerin önemlilerinden biri ihracattır. İhracat iç pazardaki dalgalanmalardan uzak, ama uluslararası pazarların durumuna bağlı olarak etkilenebilen bir alandır. Uluslararası pazarlardaki bağımlılık ilişkisi özellikle ABD pazarına bakıldığında net olarak görülüyor. ABD pazarının Çin mallarına olan talebi Temmuz sonuna kadar olan 7 aylık dönemde bir öncekine göre %35,5 oranında arttı. Bu oran, Çin’in dış talebe olan bağımlılığının dikkate alınması gerektiğini gösteriyor. Öyle ki, Çin ekonomisinde özellikle tekstil ve tüketiciye yönelik elektronik alanlarında gerçekleşen yatırımların büyük bölümü ABD gibi pazarların talep artışından doğacak kâr beklentisine göre şekilleniyor. Ancak beklentilerin aksine talebin yeterli düzeyde artmaması, yatırımcıların dereyi görmeden paçayı sıvamaları anlamına gelecek ve yatırımdan ithalata kadar pek çok alanı etkileyerek ekonomiyi kırılgan bir zemine taşıyacaktır.
Türkiye’ye Rakip Olarak Çin
Peki Çin Türkiye için korkulması gereken bir rakip midir? Belki de bugünlerde ülkemizde en fazla cevap aranan soru bu ve Çin’in hızlı büyümesi Türkiye’de, başta tekstil ve elektronik olmak üzere pek çok sektörde psikolojik bir engel halini aldı. Bilindiği gibi psikolojik engellerin temel sebeplerinden biri de, gerçekte sorun olmayacak küçük hadiselerin insan zihninde büyüyerek pratiğe etkide bulunacak bir duruma gelmesidir. Elbette, Çin’in dünya üzerinde hiperaktif bir ekonomik hareketlilik göstermesi ve Türkiye’nin tekstil gibi lokomotif sektörlerine rakip olarak çıkması, onun bir tehdit olarak algılanmasına neden oluyor. Ancak, tehditlerin ne şekilde fırsatlara dönüştürülebileceği veya rekabette bir adım öne geçmek için neler yapılabileceği yerine tehdit tartışmaları yapmak, bu tür bir algıyı zihinlere yerleştirerek kişileri psikolojik mücadelede geriye düşürmektedir.
Konjonktürel değerlendirmelerin yanında soğukkanlı stratejik planlamalar yapılırsa, Çin ve diğer Uzak Doğu ülkelerinin rekabette, birer tehdit oldukları kadar fırsat oldukları da görülecektir. Dünya üzerindeki önemli iktisadî çevrelerin değerlendirmeleri ağırlıklı olarak bu yöndedir ve bu durum onlara bir adım önde olma avantajı sağlamaktadır. Hangi yönlerin tehdit, hangilerinin fırsat olabileceğine ilişkin sağlam ve ciddi etütlerin yapılması uzun soluklu bir yürüyüşün temel direklerini oluşturacaktır. Son yıllarda Türk dış politikasında temel hareket noktalarından biri olan “kazan-kazan” anlayışının bu alanda da etkili olması, Türk ekonomisinin önümüzdeki dönemlerde başarılara yelken açmasında önemli bir adım olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et