KÜRESEL ekonomik sistem; finansal küreselleşme ya da Mustafa Özel’in deyimiyle “küresel finans terörü”ne zemin hazırlayan 1970’lerin başındaki sistemik değişimin ardından istikrar yerine krizi normalleştiren bir karakter kazandı. Bretton Woods I ve II arasındaki köklü farklılaşma; sosyal ve ulusal karakterli Keynesyen kapitalizmin savaş sonrası altın çağa damgasını vurduktan sonra köşesine çekilmesi ve meydanı Richard Falk’un tanımladığı ‘yırtıcı’ kapitalizme/küreselleşmeye bırakması şeklinde tezahür etti. Ulusal ekonomilerde nispeten kapalı/müdahaleci bir rejimi, uluslararası arenada ise serbest ticareti destekleyen bir liberal uzlaşının ürünü olan kurumsal aranjmanlar süreç içerisinde doğal olarak etkinliklerini yitirdiler. İşte bu yüzden, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Dünya Bankası ve İMF’nin başını çektiği Bretton Woods kuruluşları; akademik çevreler ve sanayileşmiş ülke yönetimlerince benimsenen neoliberal karakterli yönetim paradigmasına adapte olmakta zorlanıp sıkça “misyon tanımlaması” yapmak durumunda kaldılar.
Varlık sebebini neoliberal rejimlerin ulusal düzeyde yayılması olarak belirleyen İMF, uluslararası borç krizini takip eden dönemde borç batağına saplanan azgelişmiş ülkeleri istikrar ve yapısal uyum programlarına kelepçeleyerek özgün kalkınma stratejilerinin önünün kesilmesine odaklandı. Dünya Bankası ise, neoliberal politika paketlerinin insanî kılıflara bürünerek topluluklara ‘pazarlanması’ noktasında devreye girdi ve sivil toplumu mümkün olduğunca önemseyen insanî bir imaj çizmeye çalıştı. Bu süreçte, özellikle Dünya Bankası’nın, konjonktürel olarak “kahrolsun devlet müdahalesi” diye özetlenebilecek doktriner neoliberal söylemle, Doğu Asya kaplanlarının yükselişine itibarla ortaya atılan “güçlü devlet mucizesi” yaklaşımı arasında yalpaladığını da gözlemledik. Ancak, 1995’te GATT sisteminin kurumsallaştırılarak Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulması, neoliberal paradigmanın kurumsal düzeyde kemikleşmesinin bir nişanesi oldu ve belki de bu yüzden küreselleşme karşıtı hareketlerin protestoları geleneksel olarak DTÖ’ye odaklandı.
Esas itibarıyla, küresel ekonomide son elli yılda meydana gelen devasa değişimlere rağmen, halen savaş sonrası kurumsal mimari ve karar alma yapılarının yükünü taşıyan Bretton Woods kuruluşlarının her daim gündeme getirdikleri yeniden yapılanma çabaları, virane bir evde tadilat yaparak modern bir gökdelen inşa etme projesini andırıyor. ABD’nin Almanya ve Japonya gibi ülkelere karşı savaş galibi ve dominant küresel güç olduğu dönemin damgasını taşıyan ve küresel eşitsizlikleri kemikleştirme düşüncesi üzerine bina edilen bu kuruluşların, krizlerin önlendiği istikrarlı bir sistemin çapası olabileceğine inanmak da aşırı iyimserlik olur. Ancak yaşadığımız dünyanın bir parçası olmaları bakımından bu kurumlardaki sınırlı değişim rüzgarlarını ve gelecek vizyonlarını takip etmekte yine de fayda görüyoruz.
Hatırlatma açısından söyleyecek olursak; İMF halihazırda dünya nüfusunun %98’ini temsil eden 184 ülkenin üye olduğu küresel bir kurum. Kendisine seçtiği hedefler arasında ise adeta yok yok: Küresel mali işbirliğinin arttırılması ve istikrarın korunması; uluslararası ticaretin geliştirilmesi; genişletilmiş istihdam imkanlarının ve sürdürülebilir ekonomik büyümenin desteklenmesi ve fakirliğin azaltılması. Bunca iddialı hedefin arasında, elbette ki, fonun en önemli fonksiyonlarından biri uluslararası mali sistemin ve küresel ekonominin gözetimidir (surveillance). Gözetimden maksat ise, bir taraftan küresel ekonominin makro planda izlenmesi ve krizlerin önlenmesi için -en azından teoride- tedbirler alınması, bir taraftan da tek tek ülke yönetimlerinin politika belirleme/uygulama planında izlenerek gerektiğinde stratejik değişimlere ‘ikna’ edilmesidir. Teorik olarak üye ülkelerin ekonomi politikaları bağımsız ekipler tarafından incelenip tüm üyeleri temsil eden Yönetim Kurulu tarafından onaylandığı için “Dünya Ekonomik Görünümü” (World Economic Outlook) ve detaylı ülke raporları gibi yayımlarda ortaya konan teşhis ve değerlendirmelerin mutlak manada bilimsel, objektif ve üzerine politika bina edilecek sağlamlıkta olduğuna inanmamız bekleniyor.
Ancak ekonomi politikaları yapımında ‘ortodoksi’ oluşturacak katılığa rağmen, Rodrigo De Rato liderliğindeki mevcut fon yönetimi, son zamanlarda sürekli olarak orta vadeli stratejiye vurgu yaparak, 21. yüzyılda küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni dinamiklerle başa çıkabilecek bir kurumsal reform ihtiyacına da dikkat çekiyor. Bahsedilen faktörlerin başında; cari açıkların eşi görülmemiş boyutlarda büyümesine yol açabilen büyük çaplı sermaye hareketleri, gittikçe derinleşip sofistike ve değişken bir hal alan finans piyasaları ve yeni ekonomik güç odaklarının ortaya çıkışı geliyor.
İMF’nin yoğunlaştığı problem alanlarının başında küresel ödemeler dengelerindeki dengesizlikler geliyor. Burada ABD’nin cari ve bütçe açıklarının, baş gündem maddesini oluşturduğunu söylemeye gerek yok herhalde. 2006 yılında ABD, gayri safi milli hasılasının %6,5’i oranında bir cari açığı finanse etmek için yabancı tasarruflara yani Japonya, Çin ve OPEC ülkelerinin yanı sıra bazı yükselen piyasa ekonomilerinin cari fazlalarına dayanmak zorunda. İMF dâhil tüm ekonomi politikası üretim merkezlerinde oluşan ortak görüş, ABD ile “dünyanın geri kalanı” arasındaki bu devasa dengesizliğin uzun dönemde sürdürülebilir olmadığı ve ani bir düzeltmeden ziyade tedricî adımlarla düzeltilmesi gerektiği yönünde.
Bu resme bakıldığında tüm küresel ekonominin sağlığının Amerikan ekonomisinin sağlıklı işlemesine endekslenmiş olduğu ve aslında paradoksal olan bu durumun da İMF gibi kurumlarca doğal bir veri olarak kabul edildiği görülüyor. Yani, ABD ekonomisinin ve doların istikrarı küresel ekonomik istikrar ile eşitleniyor ve küresel yönetişimde reformdan bahseden kurumların vizyonları, bu kadar dar bir biçimde, dominant ekonomik gücün stratejik önceliklerine odaklanabiliyor. Bu bağlamda, İMF’nin küresel ve bölgesel önemdeki sorunların daha etkin çözülebilmesi için çok taraflı görüşme mekanizmaları kurma ve işletme kararını da son dönemdeki finansal dalgalanmalardan dolayı ABD ve Batı ekonomileri üzerinde ortaya çıkabilecek risk unsurlarını bertaraf etme çabası olarak algılamak mümkün olabilir.
Ayrıca, küçük ve azgelişmiş ülkelerin küresel konularda kritik kararlar alan İMF yönetiminde söz sahibi olmadıkları göz önüne alınırsa, mevcut yönetim mimarisinin temsil gücünün son derece düşük olduğu ortadadır. Zaten, hegemonik gücün ruhunu taşıyan kurumlar ve ‘organik’ teknokratlardan, küresel ekonomideki muazzam dengesizliklerin giderilmesini ve daha adaletli bir gelir dağılımına dayalı sistemik bir değişimin sağlanmasını beklemek ancak safdillik olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et