PAUL Wolfowitz’in başkanlığa atanmasından bu yana geçen bir yıl, Dünya Bankası’nda ciddi bir Neocon kadrolaşma hareketine, sivil toplum örgütleri ile son yıllarda güçlendirilmeye çalışılan ilişkilerin zayıflamasına ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleri ile kalkınma stratejisi konusunda bariz anlaşmazlıkların baş göstermesine şahit oldu.
İşte böyle bir ortamda Singapur’da düzenlenen 2006 İMF-Dünya Bankası birleştirilmiş yıllık toplantıları, gerek davet edilen bazı sivil toplum katılımcılarının ülkeye girişinin otoritelerce engellenmesi ya da sınır dışı edilmeleri, gerekse Wolfowitz ve ekibinin sivil toplumla diyaloğa yeterli önem vermemesi sebebiyle olaylı başladı. Pentagon’dan Dünya Bankası’na taşınan, güvenlik tehdidi psikozu altındaki Neocon kadronun, idari çürüme ve rüşvetle mücadele, kalkınma, fakirliğin azaltılması gibi maskelerin altında gizli bir dış politika gündemini adım adım takip ettiği yönündeki şüpheler de artık yüksek sesle ifade edilir hale geldi. Bu bağlamda, Dünya Bankası ve İMF’nin gerek Afrika’da gerekse Asya’da yıllardır sürdürmekte oldukları kredilendirme programlarının, Neoconların imzasını taşıyan emperyal/agresif dış politika seçimleri ile uyumlu olacak biçimde çarpıtıldığı; kağıt üzerinde objektif görülen koşulların müttefik ülkelere farklı uygulandığı ve kalkınma/fakirliğin azaltılması gündeminin hafife alındığı önde gelen suçlamalar arasındaydı. Örneğin Dünya Bankası’nca 1990’ların başından itibaren çok önemsenen ve demokratik kalkınmanın anahtarı olarak lanse edilen “iyi yönetişim” ve çürüme/rüşvet ile mücadele programlarının, Pakistan gibi “teröre karşı küresel savaş”ta stratejik ortak olarak görülen ülkeleri es geçmesi ya da Afrika’da ABD’nin dümen suyuna girmeyen ülkelerin kredi koşullarının ağırlaştırılması gözden kaçmadı.
Gittikçe ciddileşen durum diğer Avrupa ülkeleri yanında İngilizleri de fena halde rahatsız etmiş olacak ki, geleneksel olarak eski koloni alanlarına yoğunlaşan Uluslararası Kalkınma Bakanlığı’nın başında bulunan (aynı zamanda İngiliz solunun duayeni Tony Benn’in oğlu) Hilary Benn, diplomatik ancak güçlü bir üslupla Wolfowitz yönetimine rahatsızlıklarını ifade etti. Buna göre, eğer rüşvetle mücadele programı daha objektif ve ciddi bir biçimde ele alınıp kredi kaynaklarına acilen ihtiyacı olan fakir ülkelere çıkarılan suni engeller kaldırılmazsa İngiliz hükümeti, 1,3 milyar sterlinlik azgelişmiş ülkeler bütçesine ek olarak bankaya geçen yıl söz verdiği 50 milyon sterlinlik kaynağı serbest bırakmayacak. 50 milyon sterlin uluslararası yardım pastası içinde devasa bir kaynak olarak görülmeyebilir; ancak bu, söz konusu siyasi restin önemini azaltmıyor.
Krizin odak noktasını ise, “Washington Uzlaşısı” diye bilinen ve piyasa disiplinini önceleyen politikaları İMF ve Dünya Ticaret Örgütü ile eşgüdümlü olarak destekleyen Dünya Bankası’nın varlık sebebinin ve meşruiyetinin giderek tartışılır hale gelmesi oluşturuyor. Dünya Bankası, Soğuk Savaş döneminde Marcos ve Çavuşesku diktatörlüklerine destek olmak gibi hatalar işlemiş olsa da, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, rüşvetin önlenmesi gibi hususları içeren “iyi yönetişim” kavramı etrafında bir siyasi etik ve meşruiyet arayışının altyapısını hazırlamaya girişti. Kredilendirme kriterlerinde zamanla ekonomik koşulların yanında, Türkiye’nin izlediği AB’nin Kopenhag kriterlerine benzer biçimde, siyasi şartların devreye girmesi gelişmekte olan ülkelerde demokratik rejimlerin yerleşmesini sağlama girişimi olarak değerlendirildi.
Gelinen noktada, güvenlik refleksleri öne çıkan Wolfowitz ve ekibinin, Avrupa tipi liberal demokratik rejimleri yaygınlaştırma projesini akamete uğratmaya niyetli olduğu görülüyor. Avrupalıların tepkilerinin asıl sebebi de, son on beş yılda akademik ve entelektüel egzersizlerle olgunlaştırılıp Dünya Kalkınma Raporları’na yansıyan ve tedricen uygulamaya geçirilen neoliberal altyapılı kalkınma paradigmasının, güvenlik eksenli ve pragmatik bir neocon kalkınma söylemi tarafından alaşağı edilmesidir.
Hilary Benn’in açıklamasındaki satır araları dikkatle okunduğunda Atlantik hattında ekonomi-politik felsefe bağlamında ortaya çıkmaya başlayan ciddi kırılmanın ipuçlarını görmek mümkün. Örneğin, kredilendirme koşullarının ulusal şartlar göz önüne alınarak esnek bir şekilde belirlenmesi talebi, Wolfowitz yönetiminin kimi ülkelere karşı kasten aşırı sıkı koşullar öne sürdüğünü; yönetişim kavramının daha geniş bir şekilde ele alınması talebi, Neoconların iyi yönetişim ya da demokratikleşme diye bir dertleri olmadığını; yardım yapan ülkeler arasında koordinasyon talebi de her gelişmiş ülkenin kendi koloni kalıntıları ya da askerî müttefiklerine gözü kapalı yardım yapmaktan vazgeçmesi isteğini dillendiriyor. En azından, klasik İngiliz diplomatik lisanını tersinden okursanız böyle.
Bush ve neocon çevresinin 11 Eylül sonrası dönemde hızlanarak ve genişleyerek devam eden tek taraflı karar alma eğilimi, özellikle gelişmekte olan ülkelere şirin görünmek için her türlü çabayı gösteren Dünya Bankası’na Wolfowitz sayesinde sirayet etmiş durumda. Bu gidiş devam ederse, Avrupalı liberal geleneğin önemsediği siyasi ve sosyal değerlerin orta vadede Dünya Bankası’nın yaymaya çalıştığı yönetişim mimarisi içindeki ağırlıklarını yitirmeleri ve BOP ile diğer bölgesel güvenlik projelerinin yedeğine alınmış bir sözde yardım/kalkınma politikasının egemen olması kuvvetle muhtemel.
Sonuç olarak, hakkaniyete dayanmayan ticari liberalizasyon talepleriyle çıkmaza giren ve geleceği tartışılır hale gelen Dünya Ticaret Örgütü’nden sonra Neoconların kıskacına giren Dünya Bankası da ciddi bir meşruiyet krizine doğru hızla ilerliyor. Çatırdamakta olan Bretton Woods sisteminden geriye ise mütevazı bir kota artırımından dolayı milletçe minnettar olduğumuz, ekonomik istikrarımızın teminatı(!) İMF kalıyor. Ne dersiniz, küresel ekonomi politikte sistemik kriz ve dönüşüm çok uzakta olabilir mi?
Paylaş
Tavsiye Et