SON dönemde siyasî gündemimizi neredeyse periyodik bir şekilde krizler işgal ediyor: Şemdinli, HAMAS, Danıştay cinayeti, ekonomik dalgalanma, Kara Harp Okulu Komutanı’nın istifası, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları ve daha birçok örneğini sayabileceğimiz olaylar kısa sürede derin krize dönüşebilmiş konular. Krizin boyutlarını derinleştiren ana aktörler medyanın ve ilgili tarafların sorumsuz beyanat ve tavırları. Normal şartlarda kriminal vaka veya bürokratik yapının işleyişinde bir aksama olarak algılanabilecek çeşitli gelişmeler, yönlendirmeler sayesinde kriz atmosferi doğurdu. Bu atmosfer ister istemez çeşitli çevrelerde farklı komplo senaryolarını gündeme getirdi: Devlet ve ordu içi kliklerin çatışması, Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması ve Türkiye’ye bu çerçevede biçilen rol, küresel sermayenin ulus devletlerle hesaplaşması, hükümetin beceriksiz yönetimi ve rejimin ciddi bir tehdit altında olması ön plana çıkan yaklaşımlar.
AK Parti’nin hükümette bulunduğu süre içerisinde yaşamış olduğu siyasî, iktisadî ve sosyal krizleri, basitçe yönetimden kaynaklanan sorunlar olarak algılamak yanlış olur. Krizlerin derinleşme safhalarında medyanın ve bürokratik oligarşinin etkisi yadsınamaz. Devlet mekanizmasının normal işleyişinde asıl sorumluluk bürokrasiye aittir; ancak kriz gibi olağan dışı durumlarda liderlik performansı ve acil müdahale mekanizmalarının işleyişi ön plandadır. Bundan dolayı, kriz yönetim süreçleri aynı zamanda liderliğin önemli test alanlarıdır. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi için son düzlüğe girdiğimiz şu dönemde Başbakan Erdoğan’ın liderlik yetenekleri sorgulanmak ve Hükümet bu konuda yıpratılmak istenecek; bunun için de hükümetin kriz yönetim karnesi ön plana çıkarılacaktır.
Krizler Fırsattır
Krizler iktidarlar açısından genellikle önemli tehditler olarak algılanmaktaysa da kriz yönetiminde gösterilecek başarılar ve atılacak yapıcı adımlar, gerekli kanallarla kamuoyuna ve bürokrasiye aksettirilebildiğinde ancak iktidarın meşruiyet alanını genişletebilir. Hükümetlerin krizlerde inisiyatif alarak aktif bir pozisyon sergilemesi ve işlerin kendi kontrolü altında olduğu izlenimini vermesi, yapılabilecek olumsuz eleştirileri bir ölçüde bastırır. Başarılı bir kriz yönetimi performansı ve bu performansın dışarıya aksettirilmesi durumunda iktidar destek kazanır. Düşmanca bakıldığında olumlu işler istisnai bir durum olarak, hatalar ise daimi durum olarak algılanır. Bu durumu kamuoyuna aksettirmek psikolojik mücadele ve sinir harbinin bir parçasıdır. Çatışma, çıkarların algısal veya reel uyuşmazlığıdır. Uyuşmazlığın algısal boyutu çoğu zaman reel uyumsuzluğun önüne geçerek çatışma sürecini yönlendirir. Kriz ise çatışmanın psikolojik ve algısal yoğunluğunun en fazla ön plana çıktığı boyutudur.
AK Parti Hükümeti’nin şu ana kadar yaşamış olduğu krizler incelendiğinde, bunları yalnızca “objektif aksaklıklar” olarak tanımlamanın yetersiz olduğu görülecektir. Bu krizlerin birbiriyle bağlantılı yapısal, psikolojik ve idarî boyutları vardır. Bu boyutların her birinin analiz edilmesi ve bunlara dair çözümler üretilmesi farklı uzmanlıklar gerektirmektedir. Krizin yönetimi için sadece objektif verilerden hareketle bir değerlendirme yapmak ve pozisyon belirlemek yeterli olmayacaktır. Böyle olsaydı, Danıştay cinayeti kriminal bir vaka olarak kamuoyuna yansırdı; ancak olay bir rejim krizi olarak sunulmaya çalışılmış ve bu da kısa vadede etkili olmuştur. Krizi sadece objektif bir süreç olarak algılamak doğru değildir.
Krizler Kafalarda
Psikolojik boyut kamuoyu ile ilişkiler ve imajla ilgili boyuttur. Her olay birbirinden farklı ve çoğu zaman birbiriyle çatışan bir çok hikayeye sebep olur. İnsanların krizi anlaması ve tavır göstermesi bu hikayeler vasıtasıyla şekillenir. Bu hikayeler çoğu zaman anlatanın yaklaşımı, ahlakî tavrı ve ulaşmak istediği hedeflere göre şekillenir. Sorunun objektif olarak gerçekten ne olduğundan ziyade, hangi anlatının hâkim olduğu kamuoyunu yönlendiren asıl faktördür. Özellikle psikolojik savaş durumlarında yoğun bir dezenformasyon ve yönlendirme gündeme gelir. Tarafların krize dair kendi anlatılarını ve yapıcı formülasyonlarını kamuoyuna ve gerekli taraflara kabul ettirmeleri son derece belirleyicidir. Taraflar kendi anlatılarını insanların zihnine oturtmak için belli başlı halkla ilişkiler enstrümanlarını kullanarak kendilerince dezenformasyonu önlemeye çalışır. İletişim kanallarının sağlıklı kullanılması ve mümkünse kısa dahi olsa yazılı bir metinle bilgilendirilmeleri önemlidir.
Örnek Olay: Danıştay Cinayeti
Objektif olarak bakıldığında kriminal bir vaka olan Danıştay cinayeti, cumhurbaşkanlığı seçiminden önce gerçekleşecek bir erken seçimle meclis aritmetiğini değiştirmek isteyen çevrelerce fırsat bilinerek, Hükümet’i suçlayan bir komploya dönüştürülmeye çalışılmıştır. Böyle bir komplo beklentisi olmasına rağmen, suçlama karşısında ilk anda şaşıran Hükümet toparlanmasını bilmiş ve Başbakan hemen Cumhurbaşkanı’ndan sonra olay mahallini ziyaret etmiştir. Türkiye’nin birliğini ve beraberliğini ilgilendiren birçok başka kriminal vakayla ya da mahkemeye intikal etmiş olaylarla ilgili beklenen tepkileri vermemiş olan Cumhurbaşkanı’nın bu olayda Danıştay’ı ziyaret eden ilk devlet adamı olması dikkate şayandır. Bu hareketiyle Cumhurbaşkanı, halefinin seçimiyle ilgili süren derin cepheleşmede taraf olduğunu göstermiş, kriminal vakanın krize dönüşmesinde etkili olacak bir açıklamada bulunmuştur. Bu açıklamayı önceleyen ve tahrik eden asıl iddia ise; saldırganın kurşun yağdırdıktan sonra tekbir getirdiği ve bunu saldırıya uğrayanların türbanı yasaklayan kararları için yaptığını haykırmış olduğudur. Emin Çölaşan’ın Danıştay İkinci Başkanı olan eşi tarafından dillendirilen bu iddianın uydurma olduğu, daha sonra, yaralananların ifadelerinde yalanlanmasıyla anlaşılmıştır. Olay mahalline gelen Deniz Baykal da bu asılsız verileri Hükümet’e saldırmak için kullanmış ve krizi tırmandırmıştır. Olaya bakan savcının iddianamesinde bu asılsız verileri kullanması ise ayrı bir fecaattir.
O halde kriminal vakayı krize dönüştüren ve medyayı bu yönde etkileyen ilk aktörler görev süresi seneye bitecek olan Cumhurbaşkanı, seçimlerde Danıştay Başkanı seçilemeyen İkinci Başkan ve bütün siyasetini rejimin bekçiliğini üstlenen statükocu kurumların desteği üzerine kuran ana muhalefet partisi lideridir. Böylece Danıştay baskını daha büyük bir kriz olan cumhurbaşkanlığı seçiminin bir alt krizine ve Hükümet’in erken seçim kararı alması için başlatılan kampanyanın bir ayağına dönüştürülmüştür.
Danıştay cinayeti sonrasındaki siyasal aktörlerin geliştirdikleri söylem, eylem ve hedefler tabloda özetlenmiştir.
Tablodan özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin ve belirli kurumların adli bir olayı bir rejim bunalımına dönüştürme çabası içerisinde oldukları net bir biçimde görülmektedir. Cinayet sonrasında bu parti ve kurumların, çok hızlı örgütlenerek, hep bir ağızdan, saldırının Cumhuriyet’in temel değer ve kurumlarına karşı yapılmış olduğunu, laikliğin ve rejimin tehlikede olduğunu yüksek sesle belirtmeleri; verilen mesajlar; yapılan sert açıklamalar ve arkasından gerçekleştirilen cenaze törenindeki olaylar; Anıtkabir yürüyüşü vb. bu tür olayları belirli amaçlar doğrultusunda kullanmaya hazırlıklı ve örgütlü bir muhalefetin varlığını açıklıkla ortaya koymaktadır.
Menemen mi, Babıâli Baskını mı?
Hükümetin belki de bilinçli olmadan yaptığı müdahaleyle, yaşanan olayın metaforik düzeyde bir dönüşümü söz konusu olmuştur. Olay ilk anda İkinci Menemen Olayı gibi tarif edilmişken, arkasından çeteler, emekli asker ve derin devlet eli iddiaları çıkınca İkinci Babıâli Baskını olarak nitelendirilmiştir. Bu psikolojik dönüşüm yaşanırken, “rejim tehlikede” yaygarasını koparanlar savunmaya geçerek “rejimin muhafızları yıpratılmasın” söylemine çekildi.
Türkiye’de kendilerini devletin ve rejimin koruyucuları olarak tanımlayan ve böyle bir misyona kendilerini layık gören kişi ve kurumların, konumlarını tehdit altında gördükleri durumlarda ortaya koydukları belli başlı protesto rutinleri var. Bu şahıs ve kurumlara yapılan her türlü eleştiri Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve devletin bekasına yapılmış saldırılar olarak sunulmakta. Bir blok olarak incelendiğinde yargı kurumları, askerî ve sivil bürokrasinin bazı kesimleri, YÖK, Cumhurbaşkanı kendilerini cumhuriyetin temel ilkelerinin ve kurumlarının korunması misyonunun savunucusu olarak algılamaktalar. Bu kişi ve kurumlar, korumacı psikoloji içinde rejim tehdidi söylemi üzerinden krizler üreterek, aynı zamanda kendi konumlarına yöneltilmiş tehdit algılamaları üzerinden bir meşruiyet sağlamaya çalışmaktadırlar. Yaşanan krizleri rejim krizi olarak sunmaya çalışan her türlü çaba aynı zamanda bu tehditkâr söyleme hizmet etmektedir. Türkiye’deki demokratik açılımlar ve önümüzdeki dönemde AB müktesebatı çerçevesinde yapılması düşünülen yapısal değişiklikler, kendilerini rejimin muhafızları olarak tanımlayan bu yönetim oligarşisinin faaliyet alanlarına bir takım sınırlamalar getirecektir. Rejim tehdidi söylemi aslında rejimin koruyucularının kendi meşruiyet alanlarının tehdit altında olduğunu ifade etmektedir.
Bu kurumların faaliyet alanlarına giren hususlar itina ile siyasetin tartışma alanı haricinde bırakılmaktadır. Türkiye açısından hayatî bazı konuların siyaset gündeminde yeterince tartışılamaması, bu konularla ilgili söylentileri ve komplo teorilerini sıkça gündeme getirmektedir. Bu kurumlara mensup yetkililer siyasete dair konularla ilgili zaman zaman eleştirilerde bulunmaktalar ve görüşlerini dile getirmekteler; ancak kendi faaliyet alanlarına dair konuların tartışma dışında tutulması siyasetçiler aleyhine bir asimetri ortaya koymaktadır. Siyasî tartışmaların alanının genişletilip siyaset dışı alanın daraltılması rejim tehdidi tartışmalarının önlenmesine yardımcı olacaktır.
Bürokratik oligarşinin en ciddi tehdit algısı cumhurbaşkanlığı seçimi sorunudur. Rejimin savunması ve temsili görevinin sivil iradeye devri, “rejim muhafızları”nın savunma ve tehdit söylemlerini anlamsız kılacaktır. Zira muhafız oligarşisi tarihsel olarak kendi varoluşlarını bölücü ve dinci tehdit algılaması üzerinden meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu açıdan dindar gelenekten gelen sivil bir liderin cumhurbaşkanı seçilmesi, türbanlıların Arabistan’da okumasını isteyen Demirel’in cumhurbaşkanı olmasından farklı algılanmalıdır. Çatışmanın temelinde yatan gerginlik bununla ilgilidir.
Paylaş
Tavsiye Et